27 Ağustos 2011 Cumartesi

Hoşgeldiniz

Değerli okuyucularımız,

Blog sitemiz hukuk camiasına kapılarını yeni açmış bulunan içerisinde hukuksal makaleler ve haberler barındıran aynı zamanda zaman zaman edebiyat içeriklerinin de yayınlandığı bir blog sitesidir. Blog sitemizde sizlerde yazı yazabilir yayımlanmasını istediğiniz yazılarınızı sinemsackan@gmail.com mail adresine gönderebilirsiniz. 

Sinem SAÇKAN

25 Ağustos 2011 Perşembe

KADINA, ERKEĞE, DEVLETE...

YAZAR: SİNEM SAÇKAN
Bu yazının kaleme alınmasında ‘kadına şiddet’ haberlerinin artış göstermesi ve devletin bu şiddet olaylarına karşı yeterli hassasiyeti gösterememesi etkili olmuştur.”
Aile içi şiddet hem ülkemiz de hem de dünya da görülen, aile içinde en sık ve en yaygın olarak rastlanan bir durumdur. Aile, toplumun en temel yapıtaşıdır. Nitekim, 1982 T.C.’Ana’yasasınn üçüncü bölümünde “Ailenin korunması ve çocuk hakları” başlıklı I.kısmında düzenlenen 41.maddede “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ‘ana’nın ve çocukların korunması… için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar.” demektedir.
Görülen o ki, ‘ana’nın korunması devletin ‘Ana’yasal bir vazifesidir.
Peki, devlet ‘ana’ bu vazifesini yerine getiriyor mu?
Ne yazık ki, devlet ‘ana’ kadına şiddet haberlerinin üvey ‘ana’sı vazifesini üstleniyordu. Şiddete maruz kalan, şiddet haberlerinin mağduru olan kadına ‘koruma’ vermiyordu. Dolayısıyla devlet vazifesini yerine getirmiyordu.
TMK’nın boşanma sebepleri arasında düzenlediği 162.maddesinde “Eşlerden her biri diğeri tarafından hayatına kastedilmesi veya kendisine pek kötü davranılması ya da ağır derecede onur kırıcı bir davranışta bulunulması sebebiyle boşanma davası açabilir.” demektedir. Bu kanun maddesinde dikkati çeken husus aile içindeki şiddetin boşanma sebebi olarak düzenlenmiş olmasıdır.
Kanun maddesinde düzenlenmiş olmakla beraber çoğu kadınlarımız bu haklarını eşlerinin baskıları nedeniyle kullanamamaktadırlar.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) şiddeti, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığının bulunması” durumu olarak tanımlamaktadır.[1]
Şiddet üzerinde en çok hemfikir olunan tanım, “eşlerden birinin fiziksel, psikolojik yaralanmasıyla veya yaralanma tehdidiyle sonuçlanan, istemli olarak yapılan ya da istemli olarak yapıldığı algılanan bir eylem” olduğu tanımıdır.[2]
Dünya Sağlık Örgütü’nün 2002 yılında yayınladığı raporunda, şiddetin en fazla aile ortamında ve kadına yönelik olduğu bildirilmektedir.[3]
2009 yılının ilk 7 ayında 953 kadın öldürüldü. Son 7 yılın verilerine göre kadın cinayetleri %1400 arttı.[4]Bu ürkütücü tablonun baş aktörleri;
-Kadın,
-Erkek
Ve
-Devlettir.
Kadın: Şiddet haberlerinin mağdur kişisidir. Yapılan araştırmalara göre çoğu şiddet gören kadınlar; eğitimsiz, bilinçsiz ve ailelerinin onayı olmadan evlenen aynı zamanda küçük yaşta zorla evlendirilen kişilerdir. Ezcümle, kadına şiddette eğitimsizliğin önemli bir faktör olduğu söylenebilir.
Erkek: Şiddet haberlerinin suçlu kişisidir. Yapılan araştırmalara göre çoğu şiddet uygulayan erkekler, eğitimsiz, işsiz, madde bağımlısı, psikolojik sorunları olan, hastalıklı yapıya sahip kişilerdir. Şiddet uygulayan erkek profilinde özellikle psikolojik sorunlar önemli bir faktördür. Nitekim, şizofren eşlerinin şiddet uygulaması ve hatta cinayete konu olması sık rastlanan bir durumdur.
Devlet: Şiddet haberlerinin umursamaz aktörüdür. Kadın, ne zaman kendisini koruması için devlete başvursa kapı dışarı edilir. Uzun lafın kısası umursanılmaz…Vergisini alır.Gerekirse söke söke alır.Ancak ‘can güvenliği tehlikede olan’ kadına ve/veya ‘ana’ya bir korumayı çok görür.Belirtmek gerekir ki bu o’nun ‘Ana’yasal vazifesidir.Yineleyelim ki o üvey’ana’lığı benimsemiştir.   
KADINA ŞİDDETİN İSTATİSTİKÎ VERİLERİ
· Dünya nüfusunun %49.7’si kadın (3,132,342,000 kadın; 3,169,122,000 erkek) (BM Nüfus Dairesi)
· Kadınların yaklaşık %47’si ilk cinsel ilişkilerinin zorla olduğunu bildirmektedir. (A, WHO 2002)
· Kadın cinayet kurbanlarının yaklaşık %70’I erkek partnerleri tarafından öldürülmüştür. (A, WHO 2002).
· Kenya’da haftada birden fazla kadının erkek partneri tarafından öldürüldüğü bildirilmektedir. (E, Joni Seager, 2003).
· Zambia’da haftada beş kadın erkek partneri veya aile bireyi tarafından öldürülmektedir (E, Joni Seager 2003).
· Mısır’da kadınların %35’I evliliklerinin bir noktasında kocalarından dayak yemiştir. (A, UNICEF 2000).
· Bolivya’da 20 yaş ve üzerindeki tüm kadınlar son 12 ay içinde fiziksel şiddete maruz kalmıştır. (A, WHO 2002).
· Kanada’da aileye yönelik şiddetin maliyeti, tıbbi bakım ve verim kaybı dahil yılda 1.6 milyar dolardır. (A, UNICEF 2000).
· ABD’de her 15 saniyede bir kadın, genellikle kocası/partneri tarafından, dövülmekte. (Dünya Kadınları hakkında BM Çalışması, 2000).
· Bangladeş’te tüm cinayetlerin %50’sini partnerleri tarafından öldürülen kadınlar oluşturuyor(E, Joni Seager, 2003).
· Yeni Zelanda’da kadınların %20’si erkek partnerleri tarafından dövüldüğü veya fiziksel tacize uğradığını belirtmekte(A, UNICEF 2000).
· Pakistan’da kadınların %42’si şiddeti kader olarak görüyor; %33’ü karşı koymak için çok çaresiz olduklarına inanıyor; %19’u karşı koymuş ve %4’ü buna karşı harekete geçmiş. (Hükümetin 2001 yılında Pencap’ta yaptığı çalışma).
· Rus hükümet dışı örgütlere göre, Rusya Federasyonu’nda 36,000 kadın her gün kocaları veya partnerleri tarafından dövülüyor. (D, OMCT 2003).
· İspanya’da 2000 yılında her beş günde bir kadın erkek partneri tarafından öldürüldü (D, Joni Seager, The Atlas of Women).
· Britanya’da haftada yaklaşık 2 kadın partnerleri tarafından öldürülüyor(E, Joni Seager, 2003).
Bu oranlar göstermektedir ki “kadına şiddet” sadece ülkemizde görülen bir durum değil; dünyanın her yerinde görülebilecek bir durumdur. Aile içi şiddet aile bireylerinin sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Aslında bu nedenle de bireylere olumsuz etki ettiğinden ötürü “toplumsal bir sorun” olarak addolunabilir.
Viyana İnsan Hakları Konferansı ve 4.Dünya Kadın Konferansı’nda öncelikli olarak ele alınan konulardan biri “ kadına yönelik şiddet” olmuştur. Bu konferanslarda “şiddet, dünyada ki en yaygın ama en az tanımlanmış insan hakları suiistimali” olarak tanımlanmıştır.[5]

KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Eski Roma’da erkekler eşlerini dövebilir, boşayabilir, zina, toplum içinde sarhoşluk ya da halka açık oyunlara gitmek gibi nedenlerle öldürme hakkına sahipti.1700’lü yıllarda İngiltere’de yasalar kocaya doğru yoldan ayrılan karısını fiziksel olarak cezalandırma hakkını vermektedir.
Bu uygulama ondokuzuncu yüzyılda ABD’de yapılmıştır. Kadının aşağılanması, güçler arasındaki eşitsizlik, kadının mal olarak görülmesi, cinsiyetçi rollerin dayatılması, erkeğin saldırgan davranışlarına onay verilmesi kadının ikinci sınıf insan sayılması ve dominant erkeğe bağımlığın sürmesini sağlamaktır. Güç eşitsizliği ve “aile meseleleri”nin karıştırılmaması gereken özel hayat sayılmasının yanında sağlık ve adalet sisteminde görev yapanlar da 1960’lı yıllara kadar kadına yönelik şiddeti görmezden gelmiştir.1970’li yıllarda ki kadın hareketi kadının toplumda yaşadığı her türlü şiddete dikkat çekilmesini sağlamıştır.[6]
TÜRKİYE’DE DURUM
Türkiye’de sığınma evlerinin sayısı oldukça azdır. Var olan sığınma evlerinin sayısı ihtiyacı karşılayabilme gücünden yoksundur.
Şiddetin önlenmesinde önemli denilebilecek yerel yönetimlerin “kadına şiddet” tutumunda ki duyarlılık ilgisizlikten öteye geçememektedir.
Belirtmeliyiz ki, Türk toplumunda ki egemen erkek yapısı kadına yönelik şiddetin artmasında önemli bir faktördür. Çıkarılan “aile’nin korumasına dair kanun” ile aile içinde kadınların ve çocukların şiddet görmesinin engellenmesi amaçlanmıştır. Ancak bu kanun sadece şiddet sonrası dönemde yapılan başvurulara yöneliktir.[7]Nitekim boşanmış ya da evli olmayan kadınlar yasa kapsamı dışında kalıyor.
“Ülkemizde hiç mi olumlu gelişme yok?” diyenler olabilir;
Elbette var. Bu çalışma için yaptığım araştırmalar esnasında ülkemizde sevindirici “bir” gelişmenin olduğunu söyleyebilmek mümkün.
Araştırma esnasında okuduğum bir haberi siz kıymetli okuyucularımla paylaşmak isterim, buyurun okuyun;
“ Yapılan incelemeler sonucu tehlikenin boyutunu tespit eden polis müdürleri, Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz’ın talimatıyla koruma talebinde bulunan kadınları, oturdukları bölgede görev yapan asayiş veya karakol ekiplerine zimmetledi. İncelemelerde boşandığı veya boşanmak istediği eşinden ölüm tehditleri aldığı belirlenen kadınlar ise birden fazla ekibe zimmetlendi. “
Bizim de katıldığımız görüşe göre, bu habere ”Yetmez ama evet “diyenlerde olabilir…
Yazarın Notu: Çocuk ve Kadına vurulan her tokat geleceğe indirilen bir darbedir. Siz siz olun şiddetin engellenmesinde üzerinize düşen vazifeyi yerine getirin. Unutmayalım ki kadınlar, şiddet haberlerinde her ne kadar mağdur gibi görülse de kurtuluş savaşından bu yana tarihte ki azimli, güçlü ve mücadeleci yerini almıştır. O’nun anlı şanlı bir geçmişi vardır. Tarihimize ve geleceğimize sahip çıkalım!


[1] Arın C.Kadına yönelik şiddet Cogito 1996; 6(7), 305-312.
[2] Andrews AB: Developing community systems for the primary of family violence. Fam Community Health 16:1-9, 1994.
[3] Krug EG et al. World Report on Violence and Health, Geneva; WHO; 2002.
[5] Ozaydın N, Unuvar O, Akın A . Kadın ve Siddet. Sağlık ve Toplum. 1998;8:73-78.
[6] Dr. Nüket Subaşı, Prof. Dr. Ayşe Akın, “Kadına Yönelik Şiddet; Nedenleri ve Sonuçları”,Hacettepe Üniversitesi yayını,( http://www.huksam.hacettepe.edu.tr/Turkce/SayfaDosya/kadina_yon_siddet.pdf, 24.08.2011).
[7] A.g.m.

7 Ağustos 2011 Pazar

EVLAT EDİNME

Soy bağının kurulma yollarından biriside evlat edinmedir. Bu soy bağı ilişkisi kan bağı ile kurulmadığından bu şekilde doğan soy bağına ‘yapay soy bağı’ denilmektedir.
Evlat edinme kurumu yeni bir kurum olup eski hukukumuzda evlat edinme kurumu var olabilmiş değildir. Türk medeni kanunumuzun 305.md ,320.md ye kadar olan kısımları evlat edinmeye ayrılan kısımlardır.
Evlat edinmenin hukuki mahiyeti tartışmalıdır. Prof. Dr. Turgut AKINTÜRK evlat edinmeyi medeni hukuk işlemi olarak nitelendirmektedir.
Evlat edinme ya birlikte evlat edinme yoluyla olur ya da tek başına evlat edinme yoluyla olur.Aşağıda bu konuları ayrıntılı olarak ele alacağız.
KÜÇÜKLERİN EVLAT EDİNİLMESİ
Medeni kanun evlat edinme kurumunu düzenlerken ağırlığı küçüklerin evlat edinilmesi konusuna vermiştir.Medeni kanunun sekiz md.si bu konuları kapsar.
A)GENEL ŞARTLAR
Kanun koyucu küçüklerin evlat edinilmesine genel şart olarak üç tür şart koymuştur.
1)Küçüğün bakılmış ve eğitilmiş olması: MK md.305 Bir küçüğün evlat edinilmesi, evlat edinen tarafından bir yıl süreyle bakılmış ve eğitilmiş olması koşuluna bağlıdır.
2)Evlat edinmenin küçüğün yararına olması: MK md.305/2 Evlat edinmenin her halde küçüğün yararına bulunması ve evlat edinenin diğer çocuklarını hakkaniyete aykırı bir biçimde zedelememesi gerekir.
3)Diğer çocukların yararlarının zedelenmemesi: Kanun koyucumuz bu düzenlemeyle alt soyu bulunan kişilere de bir veya birden çok küçüğü evlat edinebilme imkanını tanımaktadır. Evlat edinmenin diğer çocukları zedelemeyeceğini düşünmek büyük yanılgı olur kanun koyucu bundan hareketle zedelenmeyi göz önünde bulundurarak ‘hakkaniyete aykırı bir biçimde zedelenmemesi gerekir.’ Diyerek en azından zedelenmeyi en aza indirgemeye çalışmıştır.
Evlat edinmeye karar verecek olan hakimin karar vermeden önce, kanunun öngördüğü genel şartların yerine getirilip getirilmediğini tespit etmesi gerekir.Yetkili ve görevli hakimlerimizin bu konuda gösterecekleri özen ve duyarlılık sayesindedir ki, küçüklerin evlat edinilmelerinde ortaya çıkabilecek olumsuzluklar önlenebilecektir.
B)ÖZEL ŞARTLAR
Küçüklerin evlat edinilmesiyle ilgili olarak genel şartların yanında evlat edinmede başka bir takım şartlar daha aranmaktadır. Bu şartları aşağıda ele alacağız.
1)BİRLİKTE EVLAT EDİNMEDE
a)Eşlerin birlikte evlat edinme gerekliliği: Medeni Kanun bir küçüğü veya aranılan şartları taşıyan ergin ya da kısıtlı bir kişiyi birlikte evlat edinebilme hakkını  sadece eşlere tanımakta,evli olmayanlara evlat edinme hakkını tanımamaktadır.MK md.306/1 ‘Eşler,ancak birlikte evlat edinebilirler.’
b)Eşlerin birlikte evlat edinme şartları
1)Ya beş yıldan beri evli olma
2)Ya da otuz yaşını doldurmuş bulunma
c)Eşlerin birlikte evlat edinme gerekliliğinin istisnaları: iki istisna söz konusudur.
1)DİĞER EŞİN ÇOCUĞUNU EVLAT EDİNME: MK md.306/3 Eşiyle en az iki yıldan beri evli olması veya otuz yaşını doldurmuş bulunması şartıyla, diğerinin çocuğunu evlat edinebilir.
2)BİRLİKTE EVLAT EDİNMENİN MÜMKÜN OLAMAMASI: MK md 307/2 Otuz yaşını doldurmuş olan eş,diğer eşin ayırt etme gücünden sürekli olarak yoksunluğu veya iki yılı aşkın süreden beri nerede olduğunun bilinmemesi ya da mahkeme kararıyla iki yılı aşkın süreden beri eşinden ayrı yaşamakta olması yüzünden birlikte evlat edinmenin mümkün olmadığını ispat etmesi halinde,bir küçüğü tek başına evlat edinebilecektir.
2)TEK BAŞINA EVLAT EDİNMEDE:
a)Otuz yaşını doldurmuş olma:
b)Eşin birlikte evlat edinmesinin imkansız olması: Otuz yaşını doldurmuş bulunan bir eş için bir küçüğü veya ergin kişiyi diğer eşiyle birlikte evlat edinmesi imkansız hale gelmiş ise, kanun koyucu istisna olara bu eşe tek başına evlat edinebilme hakkı tanımıştır.
3)EVLAT EDİNEN İLE EDİNİLEN ARASINDAKİ YAŞ FARKI:
MK md.308/1 Evlat edinilenin, evlat edinenden en az on sekiz yaş küçük olması şarttır.
4)KÜÇÜĞÜN RIZASI
MK md.308/2 Ayırt etme gücüne sahip olan küçük, rızası alınmadıkça evlat edinilemez.
5)KÜÇÜĞÜN ANA VE BABASININ RIZASI
MK md.309/1 Bir küçüğün evlat edinilmesi ancak onun ana ve babasının rızasıyla mümkün olabilir.
a)rızanın şekli: Küçüğün evlat edinilmesi için gerekli olan rıza,küçüğün veya ana babasının oturdukları yer mahkemesinde sözlü veya yazılı olarak açıklanır ve tutanağa geçirilir.Ana ve babanın her ikisinin de rızası gereklidir.Ana baba ayrı yaşamakta olsalar, hatta boşanmış bulunsalar dahi her ikisinin rızası olmadıkça küçük evlat edinilemez.
 b)rızanın zamanı: MK md.310/1 Rıza, küçüğün doğumunun üzerinden altı hafta geçmeden önce verilemez.  
Ana ve babanın verdikleri rızadan birden fazla caymaları ve rızalarını birden fazla geri almaları söz konusu olmayacaktır.
c)rızanın aranması: Bu şarta istisna getirilmiş bulunmaktadır.
-RIZA ARAMAMANIN ŞARTLARI:
1.Ana ve babadan birinin kim olduğu veya uzun süreden beri nerede oturduğu bilinmiyorsa veya ayırt etme gücünden sürekli olarak yoksun bulunuyorsa,
2.Ana ve babadan biri küçüğe karşı özen yükümlülüğünü yeterince yerine getirmiyorsa.
6)VESAYET DAİRELERİNİN İZNİ:
md.463 b.1 Evlat edinilecek küçük vesayet altında bulunuyorsa, ancak vesayet dairelerinin,yani vesayet makamı ile denetim makamının izniyle evlat edinebilir.
MK md.308/3 küçük ayırt etme gücüne sahip bir küçük olsa bile,vesayet dairelerinin iznine ihtiyaç vardır.
ERGİNLERİN VE KISITLILARIN EVLAT EDİNİLMESİ
A)EVLAT EDİNENİN ALTSOYUNN AÇIK MUVAFAKATİNİN BULUNMASI
Yeni düzenlemeye göre, alt soyu bulunan kişiler bundan böyle 313. Md de aranılan şartlara ek olarak alt soyunun açık muvafakatini ile ergin veya kısıtlıları evlat edinebileceklerdir.
B)EVLAT EDİNİLENİN BELLİ ÖZELLİKLERİNİN OLMASI
Yeni medeni kanun ergin veya kısıtlı olan herkesin evlat edinebilmesi imkanını ortadan kaldırmıştır.Bu durumda bir ergin veya kısıtlı ancak aşağıdaki hallerden biriyle evlat edinebilecektir.
1.Bedensel veya zihinsel özrü sebebiyle sürekli olarak yardıma muhtaç ve
Evlat edinen tarafından enaz beş yıldan beri bakılıp gözetilmekte ise veya
2.Evlat edinen tarafından, küçükken enaz beş yıl süreyle bakılıp gözetilmiş ve eğitilmiş ise veya
3.Diğer haklı sebepler mevcut ise evlat edinilen, enaz beş yıldan beri evlat edinen ile aile halinde birlikte yaşamakta ise
C)EŞİN RIZASI
MK md.313/2 Evlat edinilmek istenen kişi evli ise, ancak eşinin rızasıyla evlat edinilebilir.
EVLAT EDİNMENİN ŞEKLİ VE USULÜ
A)ARAŞTIRMA VE DİNLEME:Evlat edinmeye, ancak esaslı sayılan her türlü durum ve koşulların kapsamlı biçimde araştırılmasından, evlat edinen ile edinilenin dinlenilmelerinden ve gerektiğinde uzmanların görüşünün alınmasından sonra karar verilir.
MK md.316/2 Araştırmada özellikle evlat edinen ile edinilenin kişiliği ve sağlığı, karşılıklı ilişkileri, ekonomik durumları, evlat edinenin eğitme yeteneği, evlat edinmeye yönelten sebepler ve aile ilişkileri ile bakım ilişkilerindeki gelişmelerin açıklığa kavuşturulması gerekir.
B)MAHKEME KARARI: Evlat edinme işlemi, evlat edinen ile evlat edinilen arasında yapılacak bir sözleşmeyle değil, mahkemenin vereceği bir kararla tamamlanacaktır.Evlatlık ilişkisi mahkeme kararı ile birlikte kurulmuş olmaktadır.
C)BAŞVURUDAN SONRAKİ DEĞİŞMELER: MK md.315/2 ye göre evlat edinme başvurusundan sonra evlat edinenin ölümü veya ayırt etme gücünü kaybetmesi, diğer şartlar bundan etkilenmediği takdirde, evlat edinmeye daha doğru bir deyişle evlat edinme kararının verilmesine engel olmayacaktır.
Verilmiş olan rızanın geri alınması evlatlık kararının verilmesini engelleyecektir.
EVLAT EDİNMENİN HÜKÜMLERİ
A)KİŞİSEL SONUÇLAR BAKIMINDAN
1)SOYADI: Evlatlık küçük ise evlat edinenin soyadını alır.Evlat edinen isterse çocuğa yeni bir ad verebilir.Ergin olan evlatlık, evlat edinilme sırasında dilerse evlat edinenin soyadını alabilir.
2)VATANDAŞLIK: Evlat edinme evlatlığın vatandaşlığına tesir etmez.Ancak, küçük olan evlatlık, vatansız olur veya anası babası bulunmaz yahut nerede olduğu bilinmez ise bir türk tarafından evlatlığa alınmakla Türk vatandaşı olur.
3)HISIMLIK: Kan hısımlığı söz konusu değildir.Burada ki hısımlık sadece evlat edinenle evlatlık arasında doğar.Evlatlık ve alt soyu evlat edinene kan hımsı gibi mirasçı olurlar.
4)EVLENME YASAĞI: Mahkemece evlat edinme kararının verilmesiyle birlikte, evlat edinen ile evlatlık veya onlardan biri ile diğerinin alt soyu ve eşi arasında kesin evlenme yasağı doğar.
KAYNAK: Prof. Dr. Turgut AKINTÜRK  Türk Medeni Hukuku  ikinci cilt AİLE HUKUKU

  
 Sinem SAÇKAN

Üniversite Adaylarına Üç Tavsiye


Meslek seçimi, üniversite tercihi yapmak üniversite sınavlarından daha zor daha stresli bir durumdur. Yapacağınız meslek seçimi hayatınızın en önemli dönüm noktasını oluşturacak ve hayatınız bu seçime göre şekillenecektir. Bu nedenle yapacağınız tercih, istekleriniz doğrultusunda olmalıdır.Bu aşamalardan geçmiş biri olarak diyebilirim ki istediğim bölümde okumanın vermiş olduğu mutluluk içerisindeyim. En önemlisi asla pişman değilim.Tercih yapacak olan adaylarında yerleştirildikten sonraki durumu bu şekilde olmalıdır.Asla okumuş olabilmek için tercihte bulunmayın.Hayatınızın en büyük hatasını yaptığınızı o an anlayamazsınız belki ama ileride büyük bir pişmanlık içinde bulursunuz kendinizi…İstediğiniz bölümü okumanız sadece sizi mutlu etmekle kalmayacak, dolaylı olarak bizleri de etkileyecektir.Öğretmenlik mesleğini isteksiz icra eden biri ile bu mesleği isteyerek seçmiş ve bu mesleği büyük bir istekle icra eden birini düşünelim.Maksimum faydayı hangisi sağlayacaktır?Hangisi canla başla çalışıp bunun neticesinde mutlu olacaktır?

Vermek istediğim ilk mesaj şudur: 1-Meslek seçimini kendi istekleriniz doğrultusunda yapın. Çevrenizin baskısıyla tercihte bulunmayın. Zira yapacağınız seçimden etkilenecek olan sizsiniz bir başkası değil.

Bölüm seçiminden sonra dikkat edeceğiniz husus üniversite seçimi olmalıdır. Burada üniversiteyi etiket olarak düşünmek gerekir. Mesela; A markası meşhur bir marka olsun B markası da tanınmamış sıradan bir marka olsun. Hangisini tercih edersiniz? Ne önemi var bunun diyenler olabilir. Şöyle ki, işveren olan sen Boğaziçi mezunu olan birini mi tercih edersin yoksa kalitesiz eğitim veren üniversite mezunu olan birini mi tercih edersin?

İletmek istediğim ikinci mesajım şudur: 2-Üniversite seçimi en az meslek seçimi kadar önemlidir. Zira çoğu işverenler bu kritere büyük önem vermektedirler. Mesela, iş ilanlarında “ODTÜ’lü mezunlar aranıyor.”, “Boğaziçi mezunu olan… aranıyor.”şeklinde kriterlere rastlayacaksınız ileride…

Öğretim kadrosu alacağınız eğitimin öğreticileri olacağından, üniversite seçiminden sonra o üniversitenin öğretim kadrosu da araştırılmalıdır. Bu hususta en az üniversite seçimi kadar önemlidir.Öğretim kadrosunda bilindiği gibi hiyerarşik bir durum vardır; Prof. Dr…,Doç. Dr…,Yrd.Doç. Dr…,Dr…,Arş.Gör… gibi.

Üniversite kaç Profesörden oluşuyor? Akademik alanda elde etmiş olduğu başarılar nelerdir? Akademik profili nedir?

İletmek istediğim üçüncü mesajım şudur; 3-Öğretim kadrosu yetersizse bu sizinde yetersiz eğitileceğiniz anlamını taşır. Bu durum da sorulacak soru, “Ustadan öğrenmek mi çıraktan öğrenmek mi?” olacaktır.

Tut ki puanın istediğin bölümü seçmeye elverişli değil. Hukuk okumak istiyorsun yeterli puanın yok. Tıp okumak istiyorsun puan hak getire… Ama illa ki bu yıl yerleşmek istiyorsun. Bunun iki yolu var;  ya imkânın varsa istediğin bölümü vakıfta okuyacaksın ya da diyelim ki hukuk eğitimi almak istiyordun ama puanın yetmedi. O zaman yapacağın şey hukuk ilmine yakın bir alanı seçmek olmalıdır. Hukuka yakın ne olabilir?

Siyaset Bilimi, Kamu yönetimi gibi alanlar.

Tıp istiyordun olmadı. Ne olabilir yakını mesela eczacılık gibi…

Şunu da not düşmek gerekir; okumak durumunda kaldığız bir bölüm neticesinde puanlarınızı yüksek tuttuğunuz takdirde dikey geçiş yaparak istedğiniz alana geçme imkânına sahipsiniz.

Önemli olan imkanlar dahilinde fırsatları değerlendirmesini bilmek ve asla umutsuzluğa düşmemektir.

Her ne kadar sancılı ve bir o kadar stresli durumda olsanız bile bu süreci yaşamış biri olarak diyebilirim ki, bu sürecin geçici olduğunu bilin ve kendinizi sakın ola ki kendinizi yıpratmayın. Bu sürecin sadece merdivenin bir basamağı olduğunu unutmayın.

İnsan hayatında atılması gerekli adımlar vardır. Eğitimde bu adımlardan birini oluşturmaktadır. Eğitim uzun süren bir yolculuktur.

- İlköğretimde, okumayı-yazmayı öğrenirsin.

- Ortaöğretimde, öğrendiklerini pekiştirirsin, yeni yeni bilgiler edinirsin, düşünmeyi öğrenirsin.

- Lisede, artık bir şeylerin farkına varırsın, eleştirirsin, düşünürsün, araştırırsın, kendi yolunu çizmeye başlarsın.

- Üniversiteye başladığında, kendi doğruların oluşmaya başlar, her şeye inanmazsın, eleştirir, fikir sunarsın, yüzeysel değil derinlemesine öğrenirsin, hayata bakış açın tamamen değişir.

- Yüksek lisans yaparsın, seçtiğin alanın ABC’ sini öğrenir, kabaca kitabını yazarsın.

- Doktora yaparsın, alanında uzman olur, unvan elde edersin.

Üniversite adayı, demem o ki yolu yarıladın ama pes etmen için daha çok erken…

Hepinize bol şans diler, istediğiniz bölümü kazanmanızı dilerim…

Av.Halit Çelenk'ten Bir Adaletsizlik Örneği

ADALET NEDİR?

Adalet, hakkın gözetilmesi ve yerine getirilmesi anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adalet ile sağlanır.

Adaletsiz hukuktan söz edilemez. Hukuk; ’’Adalete hadim (
hizmet eden) beşeri bir hayat nizamıdır.’’ (Adaleti gerçekleştirmeye yarayan sosyal bir hayat düzenidir.)

Hukuk zıt menfaatler arasındaki ilişkileri belli bir ‘’hakkaniyet ve adalet’’ zemininde uzlaştıran kuralların tümüdür.

Adalet, her insana, her kişiye hak ettiğini ya da müstahak olduğunu verme ve de verme hususunda irade sarf etme anlamını taşır.

Adalet İslam hukukunun bir kavramıdır. Adaletin ölçüsü İslam hukukuna olan
uygunluktur.
Genel olarak hukukun amacı adalettir.

Adaleti sembolize eden elinde doğruları ve hakkaniyeti tartan terazinin bulunduğu kadının gözleri bağlıdır. Çünkü; adalet, karşısına çıkan insanın şahsına münhasır olarak değişmez.OLAĞANDIŞI YARGILAMA’DA ADALETSİZLİK ÖRNEĞİ TÖB-DER MAHKUMİYET KARARI
AV. HALİT ÇELENK

Olağandışı Yargılamalar’ın ‘’yargının bağımsızlığı ‘’ ilkesine ters düştüğü ve adaletsizliklere neden olduğu özellikle hukukçular tarafından bilinegelmektedir. Ceza yargılaması uzmanları bu konuda oy birliği halindedirler. 12 Eylül dönemi de olağanüstü bir dönemdi. Bu yıllarda sıkıyönetim askeri mahkemeleri kuruldu ve olağandışı yargılamalara başlandı. 12 Eylül döneminde başlayan TÖB-RER yargılaması, ‘olağandışı yargılamanın’ tüm özelliklerini taşıyordu: kurulan sıkıyönetim askeri mahkemeleri siyasal iktidara bağımlı idi. Hakim ve Savcıları siyasal iktidar tarafından görevlendiriliyordu. 353 sayılı Askeri Yargılama Usulü Yasası ile Sıkıyönetim Yasası savunma hakkını kısıtlıyordu. Yan tutma nedeniyle Hakimi reddetmek hakkı kaldırılmıştı. Sanık ve avukatı duruşmanın düzenini bozma gerekçesiyle duruşmadan çıkarılabilir ve ikinci kez davanın tüm duruşmalarına alınmayabilirdi. Bu yetki mahkeme başkanına tanınmıştı.

Olağandışı mahkemeler, olağan mahkemelere güvensizlikten kaynaklanır. Asıl neden budur. Hızlı adalet ve benzeri gerekçeler bahanedir. Nitekim Askeri Yargıtay Dördüncü Dairesi, TÖB-DER davasında savunma avukatlarının ‘daha önce genel mahkemelerce verilen kesinleşmiş beraat ve takipsizlik kararlarına sıkıyönetim mahkemesince değer verilmemiş ve hiçe sayılmıştır. O kararlar verilirken devlet yok muydu? Vatandaşa tuzak mı kurulmuştu?’ şeklindeki temyiz itirazlarını’’12 Eylülden önce devletin zaafa düştüğü’’ gerekçesiyle reddetmişti. Böyle bir gerekçe Adalet adına, Hukuk devleti adına üzüntü verici bir gerekçeydi.

Bu ve benzeri yargılama yöntemleri Adaletsiz kararların oluşmasına neden oluyordu. TÖB-DER davası ve kararı bu Adaletsizliğin somut örneğini veriyordu.

Bu dönemde siyasal iktidara bağımlı, doğal hakim ilkesine aykırı sıkıyönetim mahkemeleri siyasal ağırlıklı birçok karar verdiler. Ölüm cezaları, Ömür boyu ağır hapis cezaları, özgürlüğü bağlayıcı diğer sayısız cezalar bunlar arasındadır. Öteden beri hukukçular bu yargılamaların savunma hakkını kısıtlayan, dönemin siyasal iktidarının tercihlerine göre oluşan, iktidarın baskıları doğrultusunda yürütülen yargılamalar olduğunu, MGK başkanının, sıkıyönetim komutanlarının hakimler ve savcılara telkin ve tavsiyelerde bulunduklarını,baskı uyguladıklarını bu koşullarda adil kararlar vermenin olanaksızlığını, örneklerini vererek dile getirdiler.

12 Eylül’ün ilk yıllarında açılan TÖB-DER davası, bağımsız bir yargının bulunmadığı koşullar altında görülmüş, MGK başkanı radyo-televizyonda derneği peşinen suçlu ilan etmiş, davayı gören mahkemece davaya konu yapılan eylemlere ilişkin daha önce genel mahkemelerce, C. savcılıklarınca verilmiş ve kesinleşmiş beraat ve takipsizlik kararları hiçe sayılmış, kanıtlar siyasal iktidarın tercihlerine göre yorumlanarak mahkumiyet kararları oluşturulmuş, yanlış tercüme edilen sözlüklere dayanılarak ve yürürlükteki yasalar yersiz yorumlarla yanlış uygulanarak bu kararlar onaylanmıştır.

Sorgusu yapılamayan sanıkların dosyaları tefrik edilmiş ve daha sonra bu dosyalar Ankara Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiştir.

Gönderilen dosyaya göre davayı gören Ankara İkinci Ağır Ceza Mahkemesi, sıkıyönetim mahkemesinin dava dosyalarını getirerek incelemiş, dosyaları uzman bilirkişiye vererek bu eylemlerde suç olup olmadığı konusunda rapor istemiştir. Uzman bilirkişi tarafından verilen raporda TÖB-DER’in eylemlerinde yasaya aykırı bir nitelik bulunmadığı, bunların suç oluşturmadığı, gerekçeleriyle bildirilmiştir. Mahkeme, gerek bu rapora dayanarak ve gerekse kanıtları objektif bir gözle inceleyip değerlendirerek sanıkların beraatlarına karar vermiş ve bu karar kesinleşmiştir.

Böylece TÖB-DER’in faaliyetleriyle ilgili birisi beraat öteki de mahkûmiyet olmak üzere birbirine zıt iki karar ortaya çıkmıştır. Öyle ki, Cafer AKYÜZ adlı sanık öğretmen sıkıyönetim askeri mahkemesince suçlu görülerek mahkum edilirken, Ankara İkinci Ağır Ceza Mahkemesince suçsuz görülerek beraat ettirilmiştir.

Gerçek tek olduğuna göre bu kararlardan hangisi doğrudur?

Verilen beraat kararı, bağımsız, olağan, doğal hakim ilkesine uygun olarak kurulmuş, siyasal etkilerden uzak bir mahkeme tarafından verilmiştir.

Bu durumda haksız, usul hükümlerine, yasaya ve adalete aykırı olarak verilen sıkıyönetim askeri mahkemesinin kararı hukuk açısından geçersiz bir karardı.

Ne var ki, sıkıyönetim askeri mahkemesi, derneğin kapatılmasına, taşınır, taşınmaz mallarının zoralımına ve sanıkların cezalandırılmasına karar vermiş ve sanıklar da verilen cezayı çekmişlerdir.

Bu adaletsiz karar karşısında cezalandırılan, 5-8 yıl gibi ağı hapis cezalarını çeken, bu yüzden maddi ve manevi ağır zararlara uğrayan öğretmenlerin bu zararları nasıl karşılanacaktır? Bu kararın geçersizliğinin ortaya konulması, derneğin mallarının geri verilmesi, mahkum edilen sanıkların tazminat haklarının tanınması çok önemli hukuksal bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Hukuk kendi içinde bu adaletsizliğin çözüm yolunu bulmak zorundadır.

Kuşku yoktur ki, eğer ‘’Hukuk’’ denilen bir kurum varsa, toplumların ve insanların vazgeçemeyeceği bir ‘’Adalet’’ kavramı varsa, bu yargılama yenilenmeli ve dava yeniden görülmelidir. Unutmamak gerekir ki, bir kişiye yapılan adaletsizlik tüm topluma yöneltilmiş bir tehdittir.

Adalet Peşinde



İzlediğim filmler arasında zekice kurgulanmış, anlamlı mesajlar içeren, Oscar’lığa laik olan bir eserdi adalet peşinde… İzlenmesini şiddetle tavsiye ettiğim bu filmde ele alınan konu aslında filmin isminden az çok belli ediyor kendini.

2009 yılında ABD’de çekilen bu filmde, başrol oyuncuları arasında Gerard Butler, jamie Foxx, Leslie Bibb, Regina Hall, Josh Stewart yer almaktadır.

Konusuna gelince; Clyde Shelton (Gerard Butler) ailesiyle beraber mutlu bir yaşam sürdürmektedir. Ansızın evlerine gelen iki saldırganla birlikte Clyde Shelton’un yaşantısı alt üst olmaktadır. Bu saldırganlardan biri Clyde’nin gözü önünde eşine taciz eder ve eşini öldürür. Aynı şekilde küçük kızı bu olayları dehşet içinde izlerken saldırganlar küçük kızı da oracıkta babasının gözü önünde öldürmüşlerdir. Clyde tüm bu olanlara karşı çaresizce saldırganlara direnmektedir.

Clyde ‘nin kulaklarında saldırganın ağzından dökülen sözcükler vardır: Kadere karşı koyamazsın… Tüm bu olanlardan sonra Clyde bir avukat tutar. Avukata (Jamie Foxx) mutlaka suçluların cezasının çektirilmesi gerektiğini söyler. Ancak avukat suçlularla anlaşma yapar. Mahkeme 2 saldırgandan birine ölüm cezası verirken diğer saldırgana hafif hapis cezası verir. Verilen bu karardan Clyde hiçbir şekilde memnun kalmamıştır. Adalete olan inancını kaybetmiştir. Ona göre adalet yazılı kuralların uygulanmasından ibaret olmamalıydı. Clyde bir karar vermişti. Artık yerine getirilmeyen adaleti kendisi sağlayacaktı. Bu olayda suçlu bildiği herkesin cezasını kendi elleriyle verecekti. Kadere karşı koyacaktı…

Clyde, eşinin ve kızının intikamını alır. Kendi elleriyle vermiş olduğu kişinin cezasını öyle bir şekilde ödetir ki suçlu kendi cezasına tanıklık eder. Tüm bunlar Clyde’nin ne kadar zeki biri olduğunu ortaya koyacaktır. Sağlamaya çalıştığı şey aslında sadece intikam almak değildi. Zaten amacı da bu değildi. Amacı adaletin yerine getirilmesini sağlamaktı. Adil bir düzen oluşturmaya çalışmaktı.

Peki adaletin peşinden koşan Clyde’nin sonu ne olacaktı?

İzleyin ve görün...

Siyaset ve Üslup

Bir siyasetçiyi bize tanıtan, siyasette başarılı olmasını ve belki de örnek alınmasını sağlayan temel etkendir üslup.
SPeki, günümüzde siyasetçiler üsluplarını ne şekilde kullanmaktadır?
Halka seslenirken çoğu kez muhaliflere atıfta bulunulur. Bu noktada siyasetçiler birbirlerine karşı adeta yarış içerisindedirler. Göze göz dişe diş esası uygulanır. Yani, hakarete hakaretle karşılık verilir, şiirle eleştiri yapılıyorsa şiirle karşı eleştiride bulunulur. Halk elçi görevini üstlenir sanki… O anda halkın sorunları, dertleri unutulur, halka sesleniş adeta bir düelloya dönüşür.
Sonuçta tüm bunlar bir yana, kişisel hesaplaşmalar halkta bir kutuplaşmaya yol açmaktadır. Halk,  amaç değil de araç olmaktadır. Kişilik haklarını, insanlık onurunu zedeleyecek üsluplar demokrasiye de dolaylı olarak zarar vermektedir.
Halbuki,  bir siyasetçinin topluma örnek oluşturması gerekir ki esas olanda budur. Siyasette ki üslupsuzluk bile başkaca eleştirilere o eleştirilerde başkaca üslupsuzluklara yol açmaktadır. Bu nedenle siyasetçilerin bu konu da önemle düşünmeleri gerekir. Söylenildiği gibi eleştiriler yarışmamalı düşünceler yarışmalıdır.
Bir siyasetçiyi diğerlerinden ayıran unsurlar nelerdir?
*ÜSLUP
*DÜŞÜNCELER/FİKİRLER
*HALKA DUYARLILIK
*LİDERLİK
*ERDEM, AHLAK, FAZİLET
Bu konu da Farabi çok yerinde bir sıralama yapmıştır.

FARABİ’YE GÖRE AHLÂK SİYASET VE MUTLULUK BAĞLAMINDA ERDEMLİ SİYASETCİNİN ÖZELLİKLERİ[1]
1. Organları tam olmalı.
2. İyi bir anlama yeteneğine sahip olmalıdır.
3. Hafızası güçlü olmalı.
4. Uyanık ve zeki olmalıdır.
5. Öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmeli ve öğretimin getirdiği  karşı sabırlı olmalıdır.
6. Güzel bir ifade yeteneğine sahip olmalı.
7. Şehvetine düşkün olmamalı ve yeme, içme ve cinsel arzularına düşkün olmamalı.
8. Doğruluğu ve doğruları sevmeli, yalandan ve yalancıdan nefret etmeli.
9. Onurlu ve cömert olmalı. Her türlü bayağı şeyden kendisini uzak tutmalı.
10. Altın ve gümüş gibi dünyevi şeyleri basit görmeli.
11. Adaleti ve adil kimseleri sevmeli. İnsanlara adil davranmalıdır. Haksızlık yapılması istendiğinde karşı koyabilmelidir.
12. Azimli ve kararlı olmalı. Amaçlarına ulaşma hususunda cesur olmalıdır.
12 madde halinde sıralanan bu nitelikler bir siyasetçinin ulaşması gereken, bunun içinde çaba göstermesi gerekli olan unsurlardır.
Her alanda olduğu gibi bu alanda ne yazık ki Türkiye’nin karnesi pek iç açıcı değil.
Umarım,  siyasetçilerimiz Farabi’nin erdemli siyasetçinin özelliklerindeki unsurları bir an evvel uygulamaya geçirirler. Tek temennim budur.
YAZAR: Sinem SAÇKAN (Hukuk Fakültesi 3. sınıf öğrencisi)

Hukuk Devleti

GİRİŞ
HUKUK DEVLETİNİN BAŞLICA TANIMLARI:
  
1961 Anayasası ile birlikte Türkiye de ilk kez hukuk devleti tanımı Anayasada yer almakta ve hatta Anayasanın temel amacının, hukuk devletini kurmak olduğu hükme bağlanmaktadır. Cumhuriyet in niteliklerinden biri de hukuk devleti olarak belirtilmektedir.
1961 Anayasası hukuk devletinin gereklerini güvence altına almış, kuvvetli bir temel hak ve özgürlükler rejimi getirmiştir.
1961 Anayasası madde 1 :'Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.'
1921 ve 1924 Anayasalarında hukuk devleti ile ilgili madde yer almamaktadır.
1982 Anayasası madde 2 : 'Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.'
Anayasa Mahkemesi de 12 Kasım 1991 tarih ve K.199143 sayılı kararında hukuk devleti ilkesini : 'Yönetilenlere en güçlü, en etkin ve en kapsamlı biçimde hukuksal güvencenin sağanması, tüm devlet organlarının eylem ve işlemlerinin hukuka uygun olması' olarak tanımlanmıştır.
Kemal GÖZLERE göre hukuk devleti kısa tanımıyla: ' Faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlayan devlet' demektir.[2]
Kaboğluna göre hukuk devleti: 'Hukuk devleti bir hukuk rejimine tabi olan devlettir, yani faaliyeti tamamen hukukça çerçevelenmiş olan ve o şekilde düzenlenen devlettir.'[3]
Günümüzde ise Adalet Bakanı Sadullah ERGİN hukuk devletini şu şekilde tanımlamıştır:' Hukuk devleti sadece kanunu olan değil, hukukun üstünlüğüne dayanan ve evrensel standartlarla uyumlu hukukun egemen olduğu bir devlettir.'
Kanaatimce hukuk devleti : 'insan haklarına saygılı, vatandaşın kendini güvende hissettiği, Atatürk ilkelerine dayalı, hukukun üstünlüğünün sağlandığı, çağdaş, demokratik, sosyal bir devlettir.'
Bu bilgiler ışığında: hukuk devleti despot bir rejime karşıt olarak var olmuştur. Despot bir rejimde hukuk yoktur, yönetenin keyfi yönetimi, katı emirleri ve bu emirlere uyan itaatkarları vardır. Despot bir rejimde hak, adalet, özgürlük yoktur. Bu rejimin karşıtı olan hukuk devletinde yöneten ve yönetilenlerin uygulamakla yükümlü oldukları kurallar vardır. Bu kurallara uymak esastır. Hukuk devletinde vatandaşlar güvendedirler, özgürdürler.
Peki, bir devletin hukuk devleti olması hangi şartlara bağlıdır?
Yasama organı hukuka bağlı olmalıdır, Yürütme organı hukuka bağlı olmalıdır, yargı organı hukuka bağlı olmalıdır.
A)     YASAMA ORGANI HUKUKA BAĞLI OLMALIDIR:
Yasama organı kanunları yapan organdır. Yasama organının hukuka bağlı olması onun Anayasa ile bağlı olmasından ibarettir. Türkiye’de yasama organının Anayasa ile bağlı olduğu esası kabul edilmiştir. Bu ilke Anayasanın 11’inci maddesinin ikinci fıkrasında açıkça kabul edilmiştir: “Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz”. Türkiye’de bu ilkenin müeyyidesini de Anayasa öngörmüştür. Anayasamız 146 ve devamı maddelerinde kanunların Anayasaya uygunluğunun denetlenebilmesi için Anayasa Mahkemesini kurmuştur.
B)     YÜRÜTME ORGANI HUKUKA BAĞLI OLMALIDIR:
Yürütme organı yasaların yürürlüğe girmesini sağlayan organdır. Yürütme organı sahip olduğu yetkileri kullanırken veya üstlendiği görevleri yerine getirirken kanunlara uygun davranmak zorundadır. Yürütme organı Anayasa, kanun, tüzük, yönetmeliklere aykırı bireysel idarî işlem yapmamalıdır. Yürütme organı bu yükümlülüğünün müeyyidesi Anayasamızda öngörülmüştür. Anayasamızın 125’inci maddesine göre, “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır”. Yani idarenin yaptığı işlemler uyması gereken üst kurallara uymuyorlarsa, bunlara karşı dava açılabilir.
C)     YARGI ORGANI HUKUKA BAĞLI OLMALIDIR:
Yargı organı kanunların Anayasaya aykırı olup olmadığını denetler. Yargısı hukuka bağlı olmayan bir devlette vatandaşların kendilerini güvencede hissedebileceklerini söylemek mümkün değildir. Hukuk sistemimizde hâkim kanunla bağlıdır. Anayasa Mahkemesi de kural olarak kanunlarla bağlıdır. Ancak Anayasa Mahkemesi kendi önüne iptal davası veya itiraz yoluyla getirilmiş bir kanunun hükümleriyle haliyle bağlı değildir. Anayasa Mahkemesi bu durumda Anayasanın hükümleriyle bağlıdır. Eğer Anayasa Mahkemesi kanunların Anayasada bulunmayan bir ilke veya kurala uygunluğunu denetlerse veya Anayasa Mahkemesi kendisine Anayasa tarafından verilmemiş bir yetkiyi kullanırsa, hukuka bağlı olmanın dışına çıkmış olur, yani hukuk devleti ilkesini çiğnemiş olur.[4]
Çalışmama bu şekilde giriş yaptıktan sonra, esas olarak konuya geçmek gerekirse, hukuk devletinin insan hakları açısından önemine değinmek icap eder.
HUKUK DEVLETİNİN İNSAN HAKLARI AÇISINDAN ÖNEMİ:
Hukuk devleti tanımında da belirtildiği gibi, hukuk devleti yöneten ile yönetilen arasında hiçbir ayrım yapmamayı gerektirir. Devlet uyulması gereken kuralları koyup uygulattığı gibi aynı şekilde kendi de bu kurallara itaat eder. Ne var ki ilkel toplumlar da sadece bu kurallara yönetilenlerin uyması beklenirdi. Bu süreç mülk devleti-Polis devleti-Hukuk devleti şeklinde kendini göstermiştir.
Bir devletin hukuk devleti olması , diğer milletlere göre saygınlık kazandırabileceği gibi ,temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınmış olması da ilaveten üstün bir saygınlık kazandırır.
Kişisel güvenliğin sağlanması, temel hak ve hürriyetlerin gelişme göstermesi için, gerekli şartlar hukuk devleti esas alınarak uygulamaya konulmaya çalışılmıştır.
1982 Anayasası temel haklar ve ödevler kısım başlığı altında 12. Maddenin ilk fıkrasında: herkesin , kişiliğine bağlı, dokunulamaz, devredilemez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyete sahip olduğunu belirtmiş ve ilerleyen maddelerinde bu hakların neler olduğuna, hakların içeriğine, sınırlama sebeplerine ve şekillerine değinilmiştir.
İnsan haklarının korunduğu bir ülkede, kişiler maruz kaldıkları haksızlıklara karşı kendilerini savunma amacıyla yargılama yoluna gidebileceklerdir. Bu da ancak insan haklarının korunduğu, hukukun üstün olduğu, demokratik bir toplum düzeninde var olacaktır.
Hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri de hukuk güvenliği ile kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaç edinmektir. Bireyler yaşadıkları toplumda devlete güven duyabilmeli aynı şekilde devlette bu güveni vatandaşa verebilmelidir.
Temel hak ve hürriyetler kişinin insanca yaşamasını sağlayan haklardır. Bu nedenle bu haklara, insan hakları da denilmektedir. Temel hak ve hürriyetler demokratik rejimin temel unsurudur. Onlarsız bir demokratik rejimi düşünmek imkansızdır.Temel hak ve hürriyetleri garanti altına almak için belirli uygulamalar zorunluluğu vardır.[5]
1) SERT ANAYASA:
Temel hak ve hürriyetler anayasalarda yer almalıdır. Bu anayasalar da sert anayasa olmalıdır. Sert anayasanın varlığı temel hak ve hürriyetler için garanti sağlar. Pek tabii sert anayasalar, normal kanunlara göre değişmesi zor olan anayasalardır. Bu durum, kötü niyetli idarecileri frenler, vatandaşlar için ise, temel hak ve hürriyetleri açısından teminat teşkil eder. Doğal olarak anayasanın sertliği yöneticilerin keyfi davranışlarına mani olur.
2) TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN KANUNLA DÜZENLENMESİ:
Temel hak ve hürriyetler sahasındaki tüm düzenlemeler genel olarak kanun tarafından yapılmalıdır.
3) TEMEL HAK VE HÜRRİYETLERİN SINIRI:
Pek tabii, sınırsız hürriyet mümkün değildir. Bazı sınırlamalar mevcuttur. Yapılan sınırlamalar sonunda toplum, demokratik toplum olma özelliğini kaybetmeyecektir. İkinci olarak, yapılan sınırlamalar temel hak ve hürriyetlerin özüne aykırı olmayacaktır.
4) KANUNLARIN ANAYASAYA UYGUNLUĞUNUN YARGI YOLUYLA KONTROLÜ:
Kanunların anayasaya uygunluk kontrolü iki şekilde yapılır. Bunlardan birincisi siyasi kontrol, ikincisi ise yargı kontrolüdür. Kanunların anayasaya uygunluğunun siyasi kontrolü tatbikatta fazla başarı sağlayamamaktadır. Çünkü, kanun yapan siyasi organla, bunun anayasaya uygunluğunu kontrol eden organ hemen hemen aynı siyasi gücün hakimiyetinde olmaktadır. Halbuki, kanunların anayasaya uygunluğunun kontrolünü yapan yargı organı, tamamen siyasi etkiden uzak, mesleği yargılama olan yüksek hakimlerden teşekkül ettiğinden deha faydalı neticeler elde edilmektedir.
Bunları da belirttikten sonra, insan hak ve özgürlüklerine ilişkin kuruluşlara değinmek yerinde olur;
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEŞKİLATI (BM): 2. Dünya savaşının sona ermesi ile bir daha böyle bir felakete uğramamak, kalıcı bir barış ve güvenliğin kurulması amacıyla, daha önceden başlatılmış çalışmalar, ilk olarak 1945 yılında BM ler teşkilatının kurulmasını sağlamıştır.
BM şartı bütün uluslar ve uluslar arası toplum için; gerek ulusal gerekse uluslar arası ve bölgesel alanlarda insan haklarının tanınması ve güvenceye bağlanmasını ön görmüştür.[6]
Kanaatimce; var olması zaruri bir teşkilattır. Böylelikle insan hakları tanınmış aynı zamanda güvence altına alınmıştır. Yalnızca ulusal bir sorun olmaktan çıkmış uluslar arası bir sorun haline gelmiştir.
EVRENSEL İNSAN HAKLARI BİLDİRİSİ (EİHB): 30 maddelik bir bildiridir. Bildirinin imzalanmasın da, 2. Dünya savaşından sonra devletlerin,bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili olmuştur. Bu bildiriyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel medeni ve siyasi haklar değil, ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla belirli hale gelmiştir.
Bildiri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile birlikte, 1982 Anayasasının temel hak ve hürriyetleri düzenleyen ikinci kısmının genel gerekçesinin 1. Paragrafında açıkça belirtildiği gibi, aynı zaman da iç hukukumuzun bir parçası niteliğindedir ve doğrudan uygulanma yeteneğine sahiptir.[7]
AVRUPA SOSYAL HAKLAR SÖZLEŞMESİ: Avrupa konseyi üyesi devletler tarafından ,4 kasım 1950 Roma da imzalanmış olan İnsan hakları ve temel özgürlüklerin korunması Avrupa sözleşmesiyle 20 Mart 1952 tarihinde Paris de imzalanan ek protokolle halklarına belgelerle kişisel ve siyasal hak ve özgürlükler sağlamayı kabul etmişlerdir.
Hiçbir ırk, renk, cins, din, siyasal görüş, ulusal soy veya sosyal köken ayrımı gözetmeksizin sosyal haklardan yararlanmaları için adım atmışlardır.
Ne var ki; insan hak ve özgürlüklerine ilişkin kuruluşlar bunlarla sınırlı değildir. Burada sadece birkaçına değinmiş bulunmaktayım.Nitekim, hukuk devletini birkaç sayfaya sığdırmak elbette mümkün değildir. Amaç genel hatlarını incelemektir.
Peki, insanlara tanınan başlıca haklar nelerdir?
Yaşam hakkı; İnsanın en temel doğal hakkıdır.
İşkence yasağı; İşkence yasağı soykırımla birlikte insanlık suçları arasında kabul edilmektedir.
Kölelik ve zorla çalıştırma yasağı; Köleliğin kaldırılması için uzun süren savaşlardan sonra bu kurumun kaldırılması için uluslar arası sözleşmeler imzalanmaya başlamıştır.
Özgürlük ve güvenlik hakkı; bu düzenleme bireyin özgürlüğünü keyfi sınırlandırmalara yöneliktir.
Adil yargılanma hakkı; En temel insan haklarından biridir. Bu hak aynı zamanda hak arama özgürlüğü ile ilgilidir.
Cezaların yasallığı hakkı;  Hukuk devletinin bir gereği olarak suçların yasada açık biçimde tanımlanması zorunluluğu da bu hakkın bir gereğidir.
Özel hayatın korunması; Bu düzenlemeye göre; herkes özel hayatına, aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.
Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, haberleşme özgürlüğüne saygı hakkı, vs

NEDEN HUKUK DEVLETİ?  
Anayasal devlet her şeyden önce hukuk devleti demektir. Hukuk devleti genellikle sanıldığı gibi bir hukuki ilke olmaktan çok, siyasi bir idealdir. Hukuk devleti daha öncede belirtmiş olduğum gibi keyfi yönetimin karşıtıdır.
Bir hukuk devletinde hiçbir resmi makam kendisine anayasal ve yasal olarak tanınmış olmayan herhangi bir yetkiye sahip değildir. Bu nedenle hukuk devleti ilkesi bireyler lehine bir anayasa güvencedir.
Hukuk devletine bağlılık devletin tarafsızlığının da güvencesidir. Laiklik de bu çerçevede tarafsızlığın özel bir gereğidir.
Hukuk devleti olmadan demokrasiden söz edilemeyeceği gibi insan haklarının da var olmasından söz edemeyiz.Hans Kelsen in de ifade ettiği gibi, ASLINDA BÜTÜN DEVLETLER BİR HUKUK DEVLETİDİR.[8]
Hukuk devletinin var olmadığı bir devlette ne güvence vardır ne de adalet; Keyfi yönetim, güçlülerin güçsüzleri ezdiği, vatandaşın hiçe sayıldığı bir yönetim mevcuttur.
Bu nedenledir ki hukuk devletinin varlığı zaruridir.
ADALET  İLKİN DEVLETTEN GELMELİDİR, ÇÜNKÜ HUKUK DEVLETİN TOPLUMSAL DÜZENİDİR.
ARİSTO





[1] Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, 2008, sf 124
[2] Kemal gözler,Türk Anayasa Hukuku,Bursa,Ekinkitabevi yayınları,2000,sf 169
[3] İbrahim Ö.Kaboğlu ,Anayasa Hukuku Dersleri,İstanbul,Legal,2009,sf 403,404

[4] Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, Ekin Kitabevi Yayınları, 2000,sf 173,176
[5] Atilla özer,Anayasa hukuku genel ilkeler,Ankara,Turhan basımevi,2005,sf 105
[6] Tahsin Erdinç,Batı demokrasilerinde klasik kamu özgürlükleri alanında görülen sapmalar,İstanbul,Güven kitapevi,2002,sf 183
[7] Tahsin Erdinç,Batı demokrasilerinde klasik kamu özgürlükleri alanında görülen sapmalar,İstanbul,Güven kitapevi,2002,sf 185
[8] Kemal Gözler,Türk Anayasa Hukuku Dersleri,Ekinkitapevi yayınları,Bursa,2000,sf 158