16 Şubat 2013 Cumartesi

Felsefe Adalet İle Başlar: Doğal Hukukun Sokrates Öncesi Temelleri


Osman Vahdet İşsevenler[1]

 



Çalışmanın amacı doğal hukukun Sokrates öncesi Yunan felsefesindeki olası temellerini ortaya koymaktır. Bu bağlamda günümüz dillerine adalet olarak çevrilen Yunanca dike kelimesinin felsefi yazında, ilk felsefe yazarı olan Anaximandros tarafından ontolojik bağlamda kavramlaştırıldığına işaret edilmiştir. Anaximandros’a göre evrendeki karşıt güçler arasındaki çekişmede, adalet yargılayan ve cezalandıran bir pozisyona sahiptir. Evrendeki çatışma konusunda Anaximandros ile hem fikir olan bir başka Sokrates öncesi düşünür olan Herakleitos’un ontolojisinde ise değişimin ardında logos’a dayalı olumlu bir düzen mevcuttur. Herakleitos’a göre bilgelik logos’a vakıf olunmasıdır ve evrendeki bu adil düzen, insanlar arasındaki düzene örnek oluşturabilir. Çalışma bu bağlamda insanlar arasındaki düzeni temin edecek yasalara örnek arz eden bu evrensel doğa yasası fikrinin doğal hukuka, erken temeller sağladığını savlanmıştır. Fakat bu temellerde insan ayrıcalıklı olan değildir, doğanın bir parçasıdır ve doğayla ahenkli bir yaşantı sürmesi ile adil olur. Bu suretle ifade etmek istediğimiz felsefenin başlıca konusunun adalet olduğu ve adaletin hukuki bir kavram olarak kullanımın türevsel olduğudur.

  Doğal hukuk ya da evrendeki hukuk, her zaman felsefenin gündeminde olmuştur, hatta felsefenin başlarken başka bir gündemi yoktur. Bizim çalışmadaki amacımız da doğal hukukun başlıca gündemi olan adaletin aslında dar anlamda hukuku ve politikayı aşan bir konu olduğunu ortaya koymak ve hukuk alanına gökten inmediğini hatırlatmaktır. Başka bir ifade ile doğal hukuk evvela doğanın hukukudur. Doğa ile yasa arasındaki gerilim, yasanın kaynağı olarak işaret edilen insan aklının doğa ile irtibatlandırılmasında diğer bir deyişle insanın doğayı tanıyışında ortaya çıkar. Adalet ya da evrendeki hukuk philosophia perennis’in gündemidir.(Singh, 1963:457) Bunu vurgulamamızın sebebi adaletin insanlığın bir diğer büyük sorunu olan anlam meselesi ile doğrudan irtibatlı olduğuna dikkat çekmektir. Adalet hukuk uygulayıcılarının gündemine indirgenemeyecek kadar evrensel bir başlıktır. Hukukçular, uyguladıklarının evrensel olana uygunluğu tartışabilirler.

İlk filozofların physikos olarak anıldığını hatırlayalım. Onlar hem physicist hem physician unvanını hak eder ama razı olmazlardı çünkü evrendeki yasalarla (bugün klasik fizik yasaları olarak da okunmaya meyillidir) ilgilendikleri kadar insandaki yasalarla da ilgilenir, hem zeytinden nasıl verim alınacağı hem hastanın nasıl iyileştirileceği hem de bir şehrin nasıl adil olacağı onlara sorulurdu.(Kingsley, 2007:125) Bugün fizikçiler de mimarlar da doktorlar da hukukçular da köklerini orada bulurlar fakat yaptıkları işi anlamlı kılanın ne olduğu, bu işi nasıl eylerler ise adil olacakları hala hepsini kapsayan genel bir başlıktır.

İnsan davranışlarına yön veren etmenlerden biri de toplumsal yaşam içerisindeki rol ve statüleridir.[2] Bu minvalde insanlar arasında, hukuka kaynaklık edebilmesi münasebetiyle dikkate şayan olan sözleşmenin[3], mevcut olmadığı bir geçmişin tahayyülü mümkün değildir. Binaenaleyh pozitif hukuk, adaletin izah ile yahut ikna ile söze konu olmasından evvel cereyan etmiştir lakin bu durumun doğal koşullar dâhilinde gerçekleştiği de ayandır. İşte ilk filozofların idrake gayret ettikleri de bu doğal koşullardır. İşlerin doğal seyri anlamında külli bir sıfat olan adaletin her ne kadar pozitif hukuka da temel teşkil etmesi mantıki bir sonuç olarak ortaya konsa da adalet münhasıran hukuki mesele olmamıştır. (Henri de Page, 1944:109-115)  Bundan nedenle onu besleyen kaynak olarak sadece pozitif hukuka yönelmek ya da anlamaya pozitif hukuktan başlamak veya onu pozitif hukuk ile sınırlandırmak hatadır. Pozitif hukukta mevcut olan ya da vesilesi ile erişilmeye çalışılan cüzi adalettir.

Biz bu çalışmada bu meselenin kökenini teşkil eden düşünürlerden hareket edeceğiz. Sokrates öncesi düşünürleri, erişebildiğimiz kadarıyla Türkiye hukuk felsefesi yazınında köken olarak almak değil fakat sofistleri kabul etmek genel eğilimdir. Sofistlerin devri antropolojik dönem olarak anılırken öncesi kozmolojik dönem olarak anılır. Sofistlerin, hukukun esaslı gündemlerinden olan insanı konu etmelerinin bu seçişte etken olduğu kanaatindeyiz fakat sofistler bu gündemi kendiliğinden oluşturmamıştır bu sebepledir ki tartışmanın evveliyatını da gözetmek gerekmektedir. Biz bu düşünürlerden özellikle ikisine, Anaximandros ve Herakleitos’a değineceğiz.
 
Anaximandros ilk felsefe yazarıdır.(Zeller, 2001:54, Capelle, 2011:55) Bundan önemlisi onun evrende olup bitene egemen olan yasallık düşüncesini filozofların dünyasına taşımasıdır. Bunu biraz açmamız gerekiyor. Burada iki mesele var, biri filozofun ne olduğu. Kingsley’in Parmenides özelinde yükselttiği[4] Hadot’a göre ise Platoncu felsefe tanımından hareket ile erişilebilecek olan (Hadot, 2011:21-63) filozof figürü hiç de modern okumanın ısrarla üzerinde durmak istediği gibi kuru bir rasyonelliğe dayanmaz. 





Felsefenin doğuşu, mitin terki ve rasyonel açıklamanın başlangıcı olarak yüceltilir fakat ilk düşünürler asla tam olarak Herakleitos’un Delphoi kâhinine yakıştırdığı şu sunuş tarzını terk etmemiştir: O, ne açıklıyor ne gizliyor sadece işaret ediyor. (Herkalietos, 2009:221) Bunun genel olarak terk edilebilir bir tutum olup olmadığı hala tartışılsa da biz bunu saklı tutalım ve ikinci meseleye geçelim: ezoterik gelenek. Filozofların dünyası hiç de bu gelenekten yalıtılmış görünmemektedir. yaşantısı, insanlarla ilişkisi ve konuşması ile zaten dillere destandır. Yukarıda kâhine işaret etse de biz biliyoruz ki bu onun kendi sunuş tarzına da yeterince uymaktadır. (Burnet, 1968:45) Anaximandros’un birazdan paylaşacağımız ve evrensel yasa kavramına kaynaklık eden fragmanın da Orphik öğretinden esinler taşıdığı ileri sürülmüştür. (Zeller, 2001:54) Peki o zaman Anaximandros’un önemi nerededir ya da ona neden dikkat etmemiz gerekiyor? Çünkü burada gözlemlenen değişim, şiirselliğin yitimidir. Şiirselliğin yitimi derken sözlü gelenekten yazılıya geçişi ve ancak düz yazı biçimine uygun ifadelerin kullanılmasını kast ediyoruz. Yazının yaygınlaşması sözün sahibinden ayrılması demektir. Sahip mesajın gerçek taşıyıcısıdır. Yazı ise sadece iletişim aracıdır. Mesajın sahipten bağımsız da iletilebilmesi için yazıya geçirilen ifadelerin herkesin idrak edebileceği açıklıkta olması gerekir bu yüzden bu ifadeler düz yazı biçimine uygundur. Fakat mesajın bu yeni biçime uygunluğu yani şartlara uyarlanabilme kabiliyetini sağlayan yorum ihtiyacından arındırılması  pek az kişi tarafından dert edilmiştir. Sonuçta artık ne kâhinlerin ifadelerini yanlış yorumlamaktan doğan sıkıntılarla ne de onların sıkıntı doğuran yaşayış tarzları ile uğraşmak gerekecektir. Onların işaret ettikleri şimdi kentin en ayan yerinde mermer üzerine işlenmiş kimsenin yorumunu gerektirmeyecek vaziyette durmaktadır ya da öyle sanılmaktadır. Bu hatadan çekinilmemektedir zira yorum ihtiyacının ortadan kalkması ile yasaların kendiliğinden eşitliği sağlayacağı düşünülmektedir. Fakat artık yasaları koyan tanrılar ya da oğulları değil herkesin teslim olduğu iktidar sahipleridir. Bu durum da adaletin güçlünün işine gelen olduğu iddiasını beraberinde getirmiştir.


Elbette tüm bunlar bir günde olmamıştır ve Anaximandros’un fragmanı hala yoruma ihtiyaç duymaktadır. Fragman şu şekildedir: Şeyler neyden meydana geldilerse gerek olduğu üzere ona dönerler, zamanın hükmü uyarınca adaletsizliklerini (n cezasını ve kefaretini) öderler.[5] 

İstanbulluların Zincirlikuyu mezarlığından aşina olduğu yargıya varıyor Kranz ve Gothe’den alıntılıyor: Doğan her şey ölmeye mahkûmdur. (Kranz, 1994:31) Bu zaman içerisinde olur ve bir çeşit eski hale iadedir. Bunu anlamamız için Anaximandros’a dair bilmemiz gereken iki şey var. Birincisi onun ilke olarak apeiron‘u (sınırsız-sonsuz) alması ikincisi ise her şeyin ya da karşıtların ondan meydana gelmesi ve ebedi hareket gereği ona dönmesi. Burada Varlık sorunun Adalet sorunu ile iç içe geçtiğini görüyoruz. Apeiron’dan meydana gelmek ve ona dönmek, sonsuz bir hareket olarak oluşu ifade eder. Neyin bedeli ödenecek sorusunun cevabı da o halde, oluştur. Anaxagoras oluşu adaletsizlik olarak yargılıyor. Oluştakiler apeiron gibi değildir, niteliği olanlardır. Uzun-kısa gibi. Nitelikleri olanlar ise fanidir, sonludur. Nihayette, var olma adaletsizliğinin bedelini ödeyecek ve yok olacaklardır. (Nietzsche, 1985: 39-41) Şeylerin kaynağı olan apeiron ise kıyas kabul etmeyen yani zıddı olmayan, niteliksizdir. Burada adaletin imkânsız bir yargılamayı gerektirdiği düşünülür: hesaplanamayanı hesaplamak, ölçülemeyeni ölçmek. Trajik olan adalet, ancak hissedilebilir. (Kleinberg-Levin, 2007: 388, 389) Herakleitos hissetmiştir, hesaplanmayan sezgi ile kavranabilen adaleti anlatmıştır. (Nietzsche, 1985:56, 57) Gerçekliğin, mantığın ve rasyonel düşüncenin ötesine saklanmış ahengine arif hissiyatı ile ulaşmıştır. (Singh, 1963:465)

Herakleitos’a göre çatışmanın hâkim olduğu oluş bir yaratıdır. Çatışma evrensel kurallar dâhilinde yürür bu haliyle adalet Anaximandros’taki gibi olumsuz bir durum değildir. Suç, ceza ya da haksızlık karşıtların ahengini göremeyen gözlerin kabahatidir, evrensel kuralların hâkim olduğu oluş evreni haksızlık değildir.(Nietzsche, 1985:46, 51, 58) Evrensel kural fikri, insanların koyacağı kurallara kaynak olması itibariyle doğal hukuk düşüncesinin temellerini oluşturur. (Öktem, 1974:363)

Herakleitos şöyle diyor: Savaşın her şeyde ortak; adaletin çatışma olduğu ve her şeyin olması gerektiği şekilde çatışma sonucu meydana geldiği bilinmelidir (Fr.80) ve bütün insan yasalarına kaynaklık eden tanrısal olandır. (Fr. 114) Yasa, Bir’in kararına uymaktır.(Fr.33)

Herakleitos için kozmosun yani evrenin haksızlık yeri olmamasının sebebi her şeye egemen olarak yöneten logos’tur. O ki ortak olandır ve insanlara yasa koymada kaynak teşkil eder, pek tabii dinlemesini bilenlere. Dinlemek bu anlamda ortak olanı düşünmektir şayet bireysel olanı takip ederseniz Bir’e uymamış olursunuz. Herakleitos bu yüzden beni değil sözümü dinleyin demiştir.(fr.50) Sofistler ise tam aksine kendilerini dinlememizi ister bizden. Söz ve çatışma ikisinde de ortaktır lakin Herakleitos evrensel olan sözün ileticisidir ve çatışmayı uyum ile birlikte düşünmektedir. Buna karşılık olarak Sofistler, kendi sözlerinin bireysel faydaya götüreceğinden dolayı dinlenmesini isterler.

Herakleitos’un arif hissiyatı ile eriştiğinin ne olduğu burada biraz ortaya çıkar. Çok şey hakkındaki malumat değildir bilgelik, her şeyde, genelde, evrende hüküm süren Logos’u bilmektir(fr.41) fakat değişimin ve düzenin ya da görüntünün ve ardındakinin bir arada sunulduğu bir söylem tutarsızlık ile suçlanabilir. Bunun içindir ki onun fragmanlarının kaynağı fikri seziştir. (Singh, 1963:465) İki farklı bağlamı bir arada sunan söylemin imkanını, içeriği yalnızca işaret eden aforizmalarda görmüştür, Herakleitos. Bu, ayrıma dayanan yani farka dayanan akıl yürütmenin sınırlarının ötesine geçip tezatların bir arada hayal edilebildiği bir zeminde hareket etmektir. Kişi kendi aklı ile evrensel olanla irtibatlanır, başka bir ifade ile her şeyde ortak olanı düşünerek evrensel düzeni ve onun hükmündeki değişimi görür.[6]  

Logos’u kurgudan çıkarırsanız, insan akıl sahibi olarak doğanın üzerine yükselir, doğa akılsız bir çatışma alanı olur ve insanın doğallıktan anlayabileceği aklını kullanarak çatışmadan galip gelmek olur. Öte yandan aklı modern doğal hukuktaki gibi evrenselden ayırıp ölçüm aracı olarak kullanırsanız, doğa fethedilecek olana, gerçeklik ise sürece dönüşür. (Singh, 1963:468-471)
      
Şimdi burada biraz dike üzerinde durmak iş görür. Bu kelime bugün tazmin, adalet olarak çevrilir. Ondan türetilen dikaiosune ise adillik, doğruluk, dürüstlük olarak.(Peters, 2004:71) Pek tabii ki felsefi metinlere girmeden evvel ya da daha doğru bir ifade ile felsefi bağlamda kullanılmadan evvel başkaca anlamlara haizdir. Guthrie,  özgün anlamının yol, patika olabileceğini belirtiyor. İşlerin normal seyri, yolu; söz konusu insan işleri olduğu vakit davranış örüntüsü anlamına gelebiliyor.(Guthrie, 1999:13) Gagarin, Homerosoğullarının kelimeyi, karakteristik, hareket tarzı, yol-yordam olarak kullandığını ifade ediyor. (Gagarin, 1974:187) Burada her iki yazarında üzerinde durduğu nokta, kullanımın etik bir yargı barındırmamasıdır. Fakat Gagarin bundan ziyade kelimenin ekonomik, politik ve hukuki bir bağlamda kullanıldığına vakfeder çalışmasını. Tabii çalışmanın Sokrates öncesi düşünürlere ayrılmış cüzi bir kısmında ise –ki bu kısım bizim yegâne konumuzdur, dike’nin külli, evrensel bir kuvveti işaret ettiğini belirtir.

Bu kısa açıklamadan sonra artık diyebiliriz ki dike, kabaca işlerin olağan seyrini ifade eder. Sokrates öncesi düşünürler de evrende işlerin olağan seyrinin nasıl olduğunu araştırmıştır. Fakat burada ‘olağan’ ilk bakışta bir fazlalık gibi duruyor zira işlerin seyri değil de olağan seyri denildiğinde başka türlü gerçekleşebilme ihtimaline işaret ediyor gibidir. Bu herhalde insandaki irade ile açıklanır. İnsanlar arasında davranış biçimleri genel bir görünüme kavuşup davranış örüntüleri olarak adlandırılabilse de bu tiplerden sapmalar mümkündür ve dahi zamanla ile bu örüntüler de değişir. Bu yüzden herhangi bir doğruluk değeri taşımadan olağan davranış olarak ifade ettik. Fakat insandaki irade, doğruluktan bağımsız olarak düşünülebilen bir şey değildir. Bunun yanında evrensel irade insandaki gibi eksik olmadığından davranışında tamlık söz konusudur yani doğru-yanlış ayrımına dahil değildir. Bu noktada ‘olağan’ın iki anlamı birbirinden ayrılır. Sık sık olan değil doğal olan evrensel iradeye atfedilendir. Burada kast ettiğimiz bir belirlenim değildir çünkü evrensel iradenin tecellisi ne suretle olursa olsun gerçekleşir. Bu anlamda adalet her daim tecelli eder.

Öyleyse başlangıçta söz vardır. Hukuk, buna ‘benzer’ surette, iktidarın sözünün görünümlerinden biridir fakat belirli, kendisine özel bir şekilde, muhatapları ile bağlanmıştır bu yüzden iktidarı da muhataplarını da sınırlayan bir yapıdadır. Hiç şüphesiz bununla birlikte sözleşmenin geçerli olduğu maddi şartlar da bağlamın kurulmasına etki eder çünkü buradaki her eleman sözleşmenin bağlamında olduğu gibi evrensel kurguda da birer cüzdür. Burada dikkat çekmek istediğimiz siyasal iktidarın diğer iktidarlarla gerilim içerisinde olduğundan fazlasıdır. O, içerisinde yer aldığı toplum gibi daha yüksek bir bağlamın da cüzüdür ve bu bağlamda iktidar olma görünümünü de yitirir çünkü logos orada bağımsız bir şekilde hükmünü sürer. Bununla demek istediğimiz logos’un hiçbir zaman insanla eşit olmadığıdır. Siyasal iktidar olarak bahsettiğimiz şey, bu görünümüne haiz olduğu bağlamda dahi, logos tarafından seçilmiştir ve ne vakit  kendisine özgü düşünceleri varmış gibi davranır (fr.1), uygunluğu gerçekleştirememiş olur. Çünkü sözü (logos) dinlemeyen, konuşmayı da bilmez (fr.19). Buna rağmen bağlamın ona sunduğu sınırı aşamaz, cahilliği ile kalır: güneş (Helios) bile ölçülerini aşamaz, aşarsa adaletin (Dike) kollukları (Erinysler) peşine düşer. (fr.94)

O halde iki sonuç çıkarabiliriz. Birincisi adalet fikrinin kökeninden ayrılması onun esasının kavranmasına engeldir. Adaletin ne kadar üst bir başlık olduğu hatırda tutulduğunda sadece kavrama değil aynı zamanda onu gerçekleştirmeye de mesafeli olunur. Burada gerçekleşmeden kast edilen insanın tecelli edene bir bilinç ile uymasıdır yoksa bir yargı olarak gerçekleşme zaten tabiidir.

İkinci sonuç ise cüzlerin hareketi ile paralel olarak bağlamın değişmesi, anlayışa da etki eder. Örneğin, Antik Yunan’da paternal aile örgütlenmesine dayalı siyasal iktidarın etkisi azaldıkça yani aristokratların sözü tesirini yitirmeye yüz tuttukça Themis yerini Dike’ye bırakmıştır.[7] 
Platon’un Yasalar eserinde (757b-d) eşitlik bahsine getirdiği açıklamalar daha sonra Aristoteles tarafından dağıtıcı ve denkleştirici adalet olarak formüle edilmiştir. Konu hala polis’in düzenlenmesidir lakin yaklaşım değişmiştir. Platon da Devlet adlı eserinde (369c)  hukukun daha doğru bir ifadeyle devletin varlık sebebini insanların tek başına yaşayamayışı ile ortaya koyar ama hukukun nasıl üretileceğine evrensel akıldan pay alan insan aklını işaret ederek cevaplar. Yani buradaki mesele hukukun bilgisidir. Hukukun mevcut olmasının sebebi evrende bir düzenin olmasıdır. Eşitlik ise aklın düzen gerekçesi ile koyacağı kurallarda ölçüt alacağı prensip olabilir.

O halde hukuk namına çıkarılacak olan, içinde bulunduğunuz şartlarla ahenkli bir iletişim kurmanızı sağlayacak bir dünya görüşünden hareket etmektir. Basitçe nesne ile uygunluk olarak ifade bulan doğruluk ancak bu yolla gerçekleştirilebilir. Kaldı ki nesnenin özgün anlamı karşıda durandır.[8] Toplumsal iktidarın sözünün dinlenmesi ya da onunla sözleşmek anlamındaki pozitif hukuk, doğal olan ile arasındaki mesafede kendini doğru konumlandırarak uygunluğa erişir.









[1] İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Hukuku, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi.
[2] Bu konun ilkel toplumlar özelindeki etraflıca bir değerlendirmesi için bknz.: Tevfik Özcan, ‘İlkel Toplumlarda Toplumsal Kontrol: Hukuk Dışı Mekanizmalar ve İlkel Hukuk’, Yay. Haz.: Yaşar Selçuk, İstanbul, Özne Yayınları, 1998, özellikle birinci ve ikinci bölüm.
[3] Sözleşmenin hukukun kaynağı olarak değerlendirilmesi için bknz.: Yasemin Işıktaç, “Sözleşme”,  İstanbul, Filiz Kitabevi, 2007.
[4] Bu konu için bknz.: Peter Kıngsley, ‘Batı Hikmetinin Bilinmeyen Tarihi’, Çev.: Onur Atalay, İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2007.
[5] Muhakkak ki kusursuz bir çeviri değil. Kaldı ki yorum daha buradan başlıyor. Kranz, Capelle, Zeller ve Kleinberg-Levin’in metinlerinden hareket ettiğimizi belirtelim.
[6] Singh, bu fikirden hareket ile doğal hukuk başlığı altında farklı felsefeleri tasnifler: kişilerin bireysel yargılarını ve görüşlerini aşan evrensel aklın ontolojik ve aksiyolojik görünümüne öncelik veren realizm, evrensel aklın evrensel düzeninden ilkeler çıkaran idealizm, akla öncelik veren akılcılık ya da rasyonalizm, tüm insan yapımı kurumların evrensel düzenin hizmetinde olduğunu iddia eden aşkıncılık, insanların farklı siyasal örgütler altında tek bir birlik altında yaşamasını ifade eden evrenselcilik. (Singh, 1963: 468)
[7]  Themis ve Dike, Olympos’ta Zeus’un yanında oturan iki tanrıçadır. Themis ilahi adaletin, Dike ise insani adaletin formudur. (Hamilton, Mythology, Mentor Book, 1942, s.37)
[8] Olduğunuz yerden, karşıda durana varmak aşkınlık ile ifade edilir. Bunun yerine etrafınızı çevirene uygun açıda konumlanmak önerdiğimiz. Daha evvel de belirttiğimiz gibi bu gerilimin sebebi irade gibi gözüküyor. İrade ile uygunluk, iradesiz uygunluktan yeğdir, bu şayan hale aşkınlık diyebiliriz.

13 Şubat 2013 Çarşamba

ASLA FAİLİ OLAMAYACAĞIMIZ BİR MADDEDEN DAVA AÇILDI


İstanbul Barosu Başkanı Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal, 11 Şubat 2013 Pazartesi günü saat 21.30’da SKYTÜRK360 Televizyonunda konuk olarak katıldığı programda, kendisine yöneltilen soruları yanıtladı.


Kocasakal, 10. Ağır ceza mahkemesini basma, adil yargılamayı etkileme, baro yönetiminin düşmesi ve görev suçu iddialarına ilişkin ayrıntılı açıklamalar yaptı. Bütün bu iddiaların belli odaklardan kaynaklandığını, yargının ayakta kalmış tek unsuru savunmayı ve onun örgütü olan baroları etkisiz kılma gayretleri bulunduğunu belirten Ümit Kocasakal, “Seçimle ele geçiremedikleri İstanbul Barosunu başka yöntemlerle ele geçirmeye ve susturmaya çalışıyorlar. Buna kimsenin gücü yetmez” dedi.

İstanbul Barosuna karşı girişilen saldırı ve baskı girişimlerinin ‘Hukukun Üstünlüğü Grubu’ dışında kalan avukatları kenetlediğini ve seçimli bir Genel Kurulda oylarının %80’e çıkabileceğini belirten Kocasakal, yargının dizayn edilmesinden sonra sıranın barolara geldiğini, baronun etkisiz, avukatların güçsüz bırakılmasının halkın hak arama özgürlüğünü olumsuz etkileyeceğini ve mağduriyetin artacağını söyledi. Ümit Kocasakal, Yargıtay ve Danıştay’ın kapatılarak tek çatı altında birleştirilmesine ilişkin bir soruyu ise ‘Majestelerinin yargısını oluşturma çabaları’ olarak niteledi.

9 Şubat 2013 Cumartesi

İstanbul Barosu'ndan çağrı


Türkiye'nin tüm hukukçularının davet edileceği Genel Kurul'da, seçim olmayacak. Baroya yapılan saldırılara karşı mücadele tarzı, Genel Kurul'da  belirlenecek. Balyoz davasında haklarında iddianame hazırlanan, ardından "yönetim düştü" iddiasıyla bir kez daha hedef alınan İstanbul Barosu Yönetimi, yapılan saldırılara karşı Olağanüstü Genel Kurulu'nu topluyor. 
Orhan Adli Apaydın konferans salonunda bir basın açıklaması yapan İstanbul Barosu yönetimi, olağanüstü genel kurula gideceklerini açıkladı. Baro başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal, baroya yapılan saldırının toplumu dönüştürme çabasının bir parçası olduğunu belirtti. Kocasakal "Baro yönetiminin düştüğü" yönündeki açıklamaların da bu organizasyonun bir parçası olduğunu ifade etti.

Kocasakal açıklamasında, "İstanbul Barosu Yönetimi, bu saldırılara karşı hareket tarzını belirlemek üzere en üst organı olan İstanbul Barosu Genel Kurulu'nu olağanüstü toplantıya çağırma, bu toplantıya TBB Başkan, yönetim kurulu ve tüm organlarını, tüm baro başkanlarını, ülkedeki tüm avukatları, hukuk fakültesi dekan ve öğretim üyelerini, ulusal ve uluslararası hukuk kurumlarını da davet etme kararı almıştır" dedi.

Doç. Dr. Ümit Kocasakal açıklamasını, "Mesleğe, meslektaşa, Baroya yönelik saldırılara, tasfiye girişimi ve tezgahlarına en iyi cevabı Genel Kurulumuz verecektir" dedi.

Açıklamanın tamamı:

Kararı, İstanbul Barosu Başkanı Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal, 8 Şubat 2013 Cuma günü saat 12.00’da Orhan Adli Apaydın Konferans Salonunda yaptığı basın toplantısında açıkladı. Kocasakal “son dönemlerde avukatlara, avukatlık mesleğine, meslek onuruna, barolara ve özellikle İstanbul Barosuna yönelik saldırıların, hukuksuzlukların, sindirme ve yıldırma girişimlerinin yoğunlaşması, tahammül edilemez ve tehditkâr boyutlara ulaşması karşısında İstanbul Barosu Yönetim Kurulu 07.02.2013 tarihli toplantıda, bu gündemle sınırlı olmak ve bu konuları görüşmek, bu saldırılara karşı hareket tarzını belirlemek üzere en üst organı olan İstanbul Barosu Genel Kurulunu olağanüstü toplantıya çağırma, bu toplantıya TBB Başkan, yönetim kurulu ve tüm organlarını, tüm baro başkanlarını, ülkedeki tüm avukatları, hukuk fakültesi dekan ve öğretim üyelerini, ulusal ve uluslararası hukuk kurumlarını da davet etme kararı almıştır. Mesleğe, meslektaşa, Baroya yönelik saldırılara, tasfiye girişimi ve tezgâhlarına en iyi cevabı Genel kurulumuz verecektir” dedi.

İstanbul Barosu Başkan Yardımcısı Av. Mehmet Durakoğlu, Genel Sekreter Av. Hüseyin Özbek, Yönetim Kurulu Sayman Üyesi Av. Ufuk Özkap, Yönetim Kurulu Üyeleri Av. Füsun Dikmenli, Av. Aydeniz Alisbah Tuskan, Av. Süreyya Turan, Av. Turgay Demirci, Av. Özlem Aksungar, Av. Hasan Kılıç’ın da katıldığı basın toplantısında pek çok avukat hazır bulundu. Başkanın basın toplantısında yaptığı konuşma sık sık alkışlarla kesildi.

Başkanın basın toplantısı Baro Tv’den canlı olarak yayınlandı.

İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal’ın basın toplantısında yaptığı konuşma şöyle:

“Yargının ele geçirilmesinden sonra sıra avukatlara ve barolara gelmiştir. Şu anda hukuksuzluklara direnen ve halen ayakta kalan avukatlar ve barolar, siyasi iktidarın hedefindedir.

1- Uzun bir süreden bu yana planlı olarak sürdürülen çalışmalar doğrultusunda toplumu dönüştürmenin bir parçası ve adımı olarak organize edilmiş bahane ve yalanlarla, yargı önce kuşatılmış, sonra da fiilen ele geçirilerek tutsak edilmiştir. Bunun sonuçları da yüksek yargıdan başlayarak somut bir biçimde görülmeye başlanmıştır. Türkiye'de artık hiçbir kişi ve kurumun hukuk güvencesi, güvenliği yoktur. Artık muhalif ve yurtseverlerin susturulması, sindirilmesi, tasfiyesi, yargı aracılığı ile yapılmaktadır.

2- Ardından sıra avukatlara ve barolara gelmiştir. Hukuksuzluklara boyun eğmeyen, susmayan, biat etmeyen, mücadele eden avukatlar ve barolar siyasi iktidarın yeni hedefidir.

3- Bu doğrultuda aynı senaryo gösterime girmiş, avukatlara karşı, dinleme, gözaltı, tutuklama gibi her kapıyı açan "örgüt" suçlamaları ile arama, gözaltı, tutuklama, dava furyası başlatılmıştır. Yapılan organize yayınlarla avukatlar baktıkları davalar ve mesleki faaliyetleri sebebiyle "terörist" ilan edilmiş, bir takım terör örgütleri ile anılarak kriminalize edilmek suretiyle mesleğe ve meslektaşlara yönelik saldırılara, sindirme ve yıldırma girişimlerine meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Geçtiğimiz günlerde emniyetin ve Başbakanın açıklamaları da bunun bir parçasıdır. Danıştay 8.Dairesi de, vermiş olduğu kararda, yargının kurucu unsuru olan avukatlık mesleğini "serbest meslek" olarak tanımlayarak bu itibarsızlaştırma çabaları içinde yerini almıştır.

4- İstanbul Barosu Başkan ve yöneticilerine açılan hukuksuz dava, yürütülen diğer soruşturmalar ve siyasi iktidara mensup bir milletvekilinin beyanları ile organize ve maksatlı olarak gündeme getirilen "düşme" tartışmaları da yukarıdaki organizasyonun bir parçasıdır. 12 Eylül döneminde olduğu gibi bir kez daha Başkan ve Yönetim Kurulu üyelerinin şahıslarında, İstanbul Barosunun tüzel kişiliği ve avukatların Genel Kurulda ortaya çıkan iradeleri hedef alınmaktadır. Gerçekten arzulanan sonucu Genel Kurulda, seçim sandığında alamayanlar bu kez antidemokratik ve hukuksuz yollarla tasfiye girişiminde bulunmaktadırlar. Bir başka ifadeyle önemli bir oy oranı ile seçilmiş yöneticiler, hukuksuz ve zorlama davalarla tasfiye edilmek istenmektedir. Nitekim 12 Eylül darbe döneminde İstanbul Barosu Başkanına açılan davalarda cuntanın dahi işletmediği, gündeme getirmediği maddelerin işletilmesi bugün geldiğimiz "ileri demokrasi"de tartışılabilmektedir. Amaçlanan; susan, susturulan, Hukuksuzluklara boyun eğen, avukata ve mesleğe sahip çıkamayacak barolar yaratmaktır. Barolar susturulup, sindirildiğinde, arzulandığı gibi "uysal" ve "uyumlu" hale geldiklerinde, avukatlarına, hukuka sahip çıkamayacak ve böylece avukatlar daha kolay bir hedef haline gelecektir. Bunun sonucunda avukatlar artık belli davaları almakta tereddüt edecek, vatandaşlar savunmasız bırakılacak, haklarını arayamayacak, hak ihlalleri daha kolay hale gelecektir. Bu, düpedüz dikta özlemidir.

5- Toplumun bütün kesimleri susturulmakta, sindirilmektedir. Kısaca Türkiye ileri faşizmi yaşamaktadır. Mücadele yeni bir dönemece girmiştir.

6- Ancak hep söylediğimiz gibi avukatlar, barolar bu hukuksuzluklara ve saldırılara boyun eğmeyecekler, sonuna kadar direnecekler, meşru müdafaa haklarını kullanacaklardır. Bu süreçte toplumun tüm kesimlerinin, hak ve hukuklarının güvencesi olan avukatlara, barolara sahip çıkacağına inancımız tamdır.

7- Bu nedenlerle, son dönemlerde avukatlara, avukatlık mesleğine, meslek onuruna, barolara ve özellikle İstanbul Barosuna yönelik saldırıların, hukuksuzlukların, sindirme ve yıldırma girişimlerinin yoğunlaşması, tahammül edilemez ve tehditkâr boyutlara ulaşması karşısında İstanbul Barosu Yönetim Kurulu 07.02.2013 tarihli toplantıda, bu gündemle sınırlı olmak ve bu konuları görüşmek, bu saldırılara karşı hareket tarzını belirlemek üzere en üst organı olan İstanbul Barosu Genel Kurulunu olağanüstü toplantıya çağırma, bu toplantıya TBB Başkan, yönetim kurulu ve tüm organlarını, tüm baro başkanlarını, ülkedeki tüm avukatları, hukuk fakültesi dekan ve öğretim üyelerini, ulusal ve uluslararası hukuk kurumlarını da davet etme kararı almıştır. Mesleğe, meslektaşa, Baroya yönelik saldırılara, tasfiye girişimi ve tezgâhlarına en iyi cevabı Genel kurulumuz verecektir.

Kamuoyunun bilgisine saygı ile sunulur”

ulusalkanal.com.tr

8 Şubat 2013 Cuma

DANIŞTAY'IN TARİHÇESİ


Şurayı Devlet adıyla 1868 yılında Danıştay'ın kurulmasıülkede 19. yüzyılın ilk yıllarında başlayan ıslahat ve yenileşme hareketlerinin en önemlilerinden biridir.
Padişah Abdülaziz'in 10 Mayıs 1868 günlü nutkuyla fiilen çalışmaya başlayan Şurayı Devlet'in "Kavanin ve nizamatlayihalarını tetkik ve tanzimmesalihi mülkiyeyi tetkikhükümet ile eşhas beyninde mütehaddis deaviyi rü'yet vememurini devletin tahkik ahvaliylemuhakemelerini icragörevlerini yerine getirmek üzere kurulmuştur. "Hükümet ileeşhas beyninde mütehaddis davalarıgörmek ve çözümlemek görevi, 1876 Kanuni Esasisi ile genel mahkemelere bırakıldığındanİmparatorluk Danıştay'ının yargısal görevi çok sınırlı kalmıştır.
İmparatorluk döneminde 54 yıl görev yapan Danıştay'ın faaliyeti, 4 Kasım 1922 tarihinde İstanbul’daki bütün merkez kuruluşlarının TBMM Hükümetinin idaresine geçtiği sırada sona ermişCumhuriyet devrinde 669 sayılı Kanunla Danıştay yeniden kurulup, 6 Temmuz 1927 tarihinde çalışmaya  başlamıştır669 sayılı Kanuna göre Danıştayüç idari bir dava dairesi olmak üzeredört daireden oluşmaktaydı.
1961 Anayasasımahkemelerin ve hakimlerin bağımsızlığını hem yasama ve hem de yürütme organlarına karşı koruyabilmek için gerekli hükümleri öngörmekte idi. Bu Anayasanın 114 üncü maddesinde, "İdarenin hiçbir eylem ve işlemi yargı mercilerinin denetimi dışında bırakılamazdenilmiş ve 1982 Anayasası ile bazı kısıtlamalar getirilmişse de, temel ilke korunmuştur.
1982 yılında ayrıca, ilk derece idari yargı mercileri olan idare ve vergi mahkemelerinin kurulmasıylaidari yargı örgütünün kuruluşu tamamlanmıştır. Bu gün Danıştaybu mahkemelerin üzerinde bir temyiz mercii olarak yargı görevine devam etmektedir.
Anayasa'da öngörülen Yüksek Mahkemelerden biri olan DanıştayAnayasanın 155 inci maddesine göre,  yürütme organına yardımcı bir incelemedanışma ve karar organı olmanın yanı sırayönetimin yargı yoluyla denetlenmesinde etkin ve önemli görev yapan bir yargı kuruluşudur.
Bugün Danıştay'ın idari görevleri ile yargı görevi birbirlerinden kesin olarak ayrılmış ve her iki görevi yürütecek daireler birbirinden tamamen ayrı olarak kurulmuşlardır. Yönetimin yargı yoluyla denetlenmesi göreviniidare ve vergi mahkemeleriyle birlikteDanıştay'ın dava daireleri yürütmektedir.
Günümüzde Danıştay, 1982 yılında yürürlüğe giren 2575 sayılı Danıştay Kanununa göre örgütlenmiştirBu Kanuna göre Danıştayonikisi davabir idari olmak üzere on üç daireden oluşmaktadır. Bugün Danıştay daDanıştay Başkanı,Başsavcıbaşkanvekilleridaire başkanları ve üyeler olarak, 95 yüksek mahkeme hakimi görev yapmaktadır.
Danıştay da ayrıcadava dosyalarını inceleyerek daire veya görevli kurullara gerekli açıklamaları yapmaktutanakları hazırlamak ve karar taslaklarını yazmakla görevlitetkik hakimleri ve davalar hakkında hukuki düşüncelerini bildirmek üzere savcılar bulunmaktadır.

İSTANBUL BAROSU GÖREVİNİN BAŞINDA


 
Kamuoyunun malumu olduğu üzere, İstanbul 10.Ağır Ceza Mahkemesi ve Konya Barosu Başkanlığının ihbarları üzerine Silivri Cumhuriyet Başsavcılığınca başlatılan soruşturma sonucunda 30.1.2013 tarihli iddianame ile İstanbul Barosu Başkan ve yöneticileri hakkında Yargı Görevi Yapanı Etkilemeye Teşebbüs suçu kapsamında kamu davası açılmıştır. Bu çerçevede, bir takım spekülasyonları da önlemek adına aşağıdaki açıklamanın yapılmasında yarar görülmüştür:
1)        Söz konusu dava, özel görevli ve yetkili İstanbul 10.Ağır Ceza Mahkemesinde görülmekte olan ve kamuoyunda “Balyoz”  davası olarak bilinen 2010/283 E sayılı davanın 06.04.2012 tarihli celsesinde İstanbul Barosu Başkan ve Yönetiminin mahkemeden adil bir yargılama yapılmasını, usul kurallarına uyulmasını ve avukata hakkı olan saygının gösterilmesi talebinde bulunmaları sonucunda açılmıştır.
            Aynı celsede duruşma savcısının talebi üzerine mahkemece adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçu kapsamında suç duyurusunda bulunulmasına karar verilmiştir. Akabinde, Konya Barosu Başkanlığınca da Adalet Bakanlığı’na gönderilen bir açıklamada İstanbul Barosu Başkan ve Yöneticilerinin bu fiilinin görevleri içinde olmadığı, fiilin TCK’nun 288.maddesinde yer alan adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçunu oluşturduğu belirtilmiştir. Bunu suç ihbarı olarak kabul eden Bakanlık ise zaten bu konuda yürütülen bir soruşturmanın bulunduğunu ve fiilin görevle ilgili olmadığını belirterek bu başvuruyu da yürütülmekte olan soruşturma ile birleştirmiştir. Nitekim İddianamede Konya Barosu başkanlığı “İhbar edenler” arasında yer almaktadır. Konya Barosu Başkanlığının bir ilki oluşturan, mesleki dayanışmaya ve etiğe uymayan bu davranışı ile ilgili değerlendirmeyi kamuoyuna ve tarihe bırakmaktayız.
2)        Anılan dava, hukuki olmaktan uzak, tamamen gözdağı, sindirme ve yıldırmaya yönelik, maksatlı ve konjonktürel bir davadır. Gerçekten suç duyurusu dahi, adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçu kapsamında yapılmışken (TCK 288), 3.yargı paketi ile bu suçun cezasının adli para cezasına dönüştürülmesi üzerine davanın, hiçbir unsurunun mevcut bulunmamasına rağmen 2 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası öngören yargı görevi yapanı etkilemeye teşebbüs suçundan (TCK 277) açılması ilginç ve dikkat çekicidir. Bunun yanı sıra, Avukatlık Kanununun 58.maddesinin açık hükmüne rağmen izin dahi alınmadan, yasadaki mekanizma çalıştırılmaksızın bu dava açılmıştır.
3)        İstanbul Barosu Başkanı ve Yöneticileri, Avukatlık Kanununun 76, 95 ve 97.maddelerinin kendilerine vermiş olduğu hak ve yetkiyi kullanarak, yargılamada savunmaya, avukata yönelik kısıtlamaları, engellemeleri, meslek onuruna yönelik uygulamaları dile getirmek, cübbe bırakmak zorunda kalan meslektaşlarına sahip çıkmak amacıyla duruşmaya giderek dilekçe vermişler ve açıklama yapmışlardır. Nitekim bu hak ve yetki bizzat Mahkeme Başkanının tutanağa da geçen “…Sizin Baro yönetimi olarak buraya gelip kullandığınız hakkı Mahkeme heyeti arzu ederdi ki sanıklar kullansın. Sizin tabi ki Baro yönetim kurulusunuz o niyetle gelmişsiniz. Burada kendi iç denetim mekanizmaları sebebinizle bulunuyorsunuz” şeklindeki sözleri ile, ayrıca açıklamanın yapılmasına izin verip sonuna kadar dikkatle dinlemesi, duruşmanın düzen ve disiplinini bozucu bir davranış olarak görmeyerek CMK 203 ve 205.maddelerde yazılı yetkileri kullanmaması ile de kabul ve tevsik edilmiştir.
4)        Gerek açıklamada, gerekse sunulan dilekçede davanın esasına yönelik hiçbir ifade ve talep olmadığı gibi, üç talepte bulunulmuştur ki bunlar; usul kurallarına uygun ve adil bir yargılama yapılması, savunmayı ve onun temsilcisi avukatı şekli bir unsur olarak görmeyerek savunma görevini etkin ve işlevsel bir biçimde yapmasının temini, savunma hakkını kısıtlayan, ortadan kaldıran uygulamalarda bulunulmaması, avukata hakkı olan saygının gösterilmesidir.  Bunu talep etmek Baronun Kanundan gelen hak ve yetkisi kapsamındadır. Adil bir yargılama yapılması ve usul kurallarına uyulması talebinin, yargı görevi yapanı engelleme yahut adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs olarak nitelenmesi de ancak mizaha konu olabilecek bir yaklaşımdır.
5)        TCK’nun 277.maddesi, görülmekte olan bir davada veya yapılmakta olan bir soruşturmada, gerçeğin ortaya çıkmasını engellemek veya bir haksızlık oluşturmak amacıyla lehe veya aleyhe sonuç doğuracak bir karar vermesi veya bir işlem tesis etmesi için yargı görevi yapanı etkilemeye teşebbüsü suç saymaktadır. Görüldüğü üzere fiilin belirli bir amaçla (gerçeğin ortaya çıkmasını engellemek veya haksızlık oluşturmak) ve bu özel kast altında işlenmesi gerektiği gibi, Ceza Genel Kurulu kararlarında da belirtildiği üzere nüfuz kullanma konumunda olup belirli bir etkileme gücüne sahip, altlık-üstlük ilişkisi içinde olması gerekmektedir.
            Baro Başkan ve Yöneticileri bu konumda olmadıkları gibi, tamamen usul ve yargılamaya, avukata yönelik kısıtlamalara ilişkin, üstelik açık duruşmada dile getirdikleri taleplerin bu kapsamda kabulü düşündürücüdür. Baro Başkan ve yöneticilerinin, yargıya “gerekeni söyleme” gibi bir konum ve nüfuz gücü, altlık-üstlük ilişkisi yoktur.
            Durum bu kadar açıkken, anılan davanın hukuki olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Bu dava tamamen siyasi bir davadır.
6)        Yargının dizayn edilmesinden sonra sıranın avukatlara ve barolara geldiği çeşitli gelişme ve uygulamalarla açıkça görülmektedir. Avukatların soyut iddia ve isnatlarla hukuka aykırı olarak aranmaları, tutuklanmaları gibi bu dava da aynı sürecin bir parçasıdır. Ancak hep ifade ettiğimiz gibi avukatlar, baş eğmeyen, boyun eğmeyen, biat etmeyen, haksızlıklara ve hukuksuzluğa sessiz kalmayan bir tarihsel mirasın onurlu taşıyıcılarıdır. Dolayısıyla aslında yargılanacak olan avukatlık mesleği ve savunmadır. Esasen yargı kendisini yargılayacaktır. 12 Eylül darbesinden sonra askeri dikta rejiminin yargıladığı İstanbul Barosunun o dönemki başkanı Orhan Adli Apayadın’dan sonra ilk kez “ileri demokrasi” de bir baro başkanı ve yöneticileri yargılanacaktır. Bu yargılamanın bir hukuk direnişi olacağı ve bu şekilde tarihe geçeceği, saf hukuk ile “Silivri hukuku” arasındaki mücadeleye sahne olacağı kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğünden yana tüm kesimlerin davayı dikkatle takip edileceğinden, başta İstanbul Barosu mensupları olmak üzere tüm meslektaşlarımızın ve halkımızın duruşma günü Silivri’de olacağından şüphemiz yoktur. Süreç yurt dışındaki tüm hukuk kuruluşları ile de paylaşılacaktır.
7)        Hukukun üstünlüğünü, hukuk devletini, savunmayı, meslek onurunu korumak adına gerekirse bedel ödeyemeye hazır olduğumuzu daha önce çeşitli vesilelerle açıklamıştık. Şimdi bu bedeli şeref ve onurumuzla ödemeyi beklemekteyiz. Ancak bilinmelidir ki, bugün olmasa bile yarın bu günlerde hukuku eğip bükerek çiğneyenler de, hukuk önünde bunun bedelini ödeyecekler, hukukun yargısından kurtulsalar dahi, tarihin yargısından kurtulamayacaklardır.  Bu tür davalar ve baskılar bizleri, İstanbul Barosu’nu hiçbir şekilde hukukun üstünlüğünü, hukuk devletini, savunmayı, meslek onurunu, Cumhuriyetin temel ilkelerini savunma kararlılığımızı etkileyemez, sindiremez, yıldıramaz. Tüm bunlara daha da kararlılıkla sahip çıkmaya devam edeceğiz.
8)        Bu arada bazı basın-yayın organlarında, Avukatlık Kanununa göre Baro Yönetiminin “düştüğü” ne dair iddialarının yer aldığı görülmektedir. Bir “temenni” olarak dile getirilen bu iddia ve belirleme gerçeği yansıtmamaktadır. Şöyleki:
a)        Sözü edilen Avukatlık Kanununun 90.maddesi, başlığından da anlaşılacağı şekilde “Seçilme yeterliği ve engelleri” ile ilgilidir.
b)        Maddede avukatlığa engel bir suçtan dolayı “son soruşturmanın açılmasına karar verilmesi” nden söz edilmektedir. Bu ifade, Avukatlık Kanununun 58 ve 59.maddeleri kapsamında gelişen bir süreci ifade etmektedir. Nitekim 59.madde bu usulü öngörmektedir. Oysa bu süreç işletilmediği için Baro Başkanı ve yöneticileri hakkında son soruşturmanın açılmasına dair bir karar bulunmamaktadır.
c)        Bunun yanı sıra madde, “avukatlığa engel bir suçtan” söz etmek suretiyle aynı Kanunun 5/a maddesine gönderme yapmakta, bu madde ise iki yılı aşkın bir ceza ile yahut sayılan bazı suçlar sebebiyle “mahkûmiyet” şartını aramaktadır. Suçsuzluk karinesinin gereği de budur. Herhalde henüz yargılama dahi başlamadığı halde birileri Baro Başkan ve Yöneticilerini mahkûm etmekte, beraat veya suç vasfının sadece adli para cezası gerektiren TCK 288.madde yönünde değişmesi ihtimalini hiç gözetmemektedir. Oysa müsnet suç maddede yer alan suçlar arasında olmadığı gibi, henüz daha iki yılı aşkın bir mahkûmiyet de söz konusu değildir. Üstelik mahkemenin hukuki niteleme ile bağlı olmadığı düşünülürse mahkûmiyet halinde dahi suç vasfının sadece adli para cezası gerektiren ve 5/a maddesinde yer almayan ve suç duyurusuna konu TCK 288.maddeye dönüşülebileceği de tekrar hatırlanmalıdır.
d)        TCK 277.maddenin mevcut halinde dahi öngörülen yaptırım iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası olmakla birlikte, henüz hüküm dahi kurulmadan bir de olası bir mahkumiyet kararının alt sınırın üzerinde, iki yılı aşkın olacağı peşinen söylenemez. Burada lehe olan olasılık yani alt sınırın gözetilmesi gerekir ki bu durumda 5/a maddesine giren bir durum da söz konusu olmayacaktır. Nitekim benzer bir durumda Muğla Merkez İlçe Seçim Kurulu Başkanlığı vermiş olduğu 09.10.2006 tarih ve 2006/13 sayılı kararında, 90.maddenin 5/a maddesine atıf yaptığını tespit ettiği gibi ilgili maddenin alt sınırının esas alınması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.
e)        Nihayet kabule göre dahi, işlendiği iddia olunan fiil tarihinde yürürlükte olan ve lehe konumdaki 277.maddede yargı görevi yapanlara emir vermeyi, baskı yapmayı, nüfuz icra etmeyi suçun maddi unsuru olarak belirlediği gibi, teşebbüsün iltimas derecesini geçmediği takdirde verilecek cezayı altı aydan iki yıla kadar hapis olarak belirlemektedir. Şu halde kabul ve uygulamaya göre dahi üst sınır olarak iki yılı geçmeyecek, dolayısıyla 5/a maddesine girmeyecek bir isnat sebebiyle 90 ve devamı maddelerinin tatbiki mümkün değildir.
f)         Bu arada belirtmek gerekir ki, 92.madde tek başına ele alınıp uygulanabilecek bir madde değildir. Gerçekten madde açıkça 90.maddeye atıfta bulunmakta ve belirtilen madde ile ilgili şartların gerçekleşmesini aramaktadır.
9)        Kaldı ki, 12 Eylül Darbesinin ardından, o dönemde İstanbul Barosu Başkanı olan Orhan Adli Apaydın hakkında 765 Sayılı TCK’nun 141.maddesinden açılan iki ayrı davanın varlığına rağmen, cuntanın dahi işletmediği bir maddenin, bu dönemde işletilmesi, Genel Kurul iradesinin hiçe sayılması herhalde “ileri demokrasi” nin önemli bir aşamasını oluşturacaktır.
Bu çerçevede daha iddianamenin kabul kararı dahi verilmemişken, Adalet Ve Kalkınma Partisi İstanbul Milletvekili ve İstanbul Barosu üyesi Bülent Turan’ın iddianamenin mahkemece kabul edildiği, Baro Başkanı ve yönetim kurulu üyelerinin üyeliklerinin düştüğü, yönetim kurulunda olamayacakları, yerlerine yedek üyelerin geleceği, kendi ifadesiyle “Silivri’den başka gündemi olmayan, avukatların dertleri ile dertlenmeyen, mahkemenin, mübaşirin, kâtibin sorunlarına duyarsız kalan baronun ayağına hukuk dolanmıştır” şeklinde açıklamaları, siyasi iktidarın süreçle ne denli yakından “ilgilendiğini” gösterdiği gibi, sürecin ne şekilde geliştiği, ne denli hukuki bir sürecin söz konusu olduğunu da en somut ve açık şekilde ortaya koymakta, başta yargı olmak üzere barolar ve avukatlar bakımından çarpıcı “mesaj” lar içermektedir. Aynı şekilde bu beyanlar, İstanbul Barosu Genel Kuruluna, burada ifadesini bulan avukatların iradesine de açık bir saldırı ve saygısızlıktır. Avukatlar ve Barolar, buna gerekli yanıtı vereceklerdir. Hatırlatalım ki iktidar partisi mensubu olan sayın milletvekili, yargıyı etkileyebilecek konum ve nüfuza, güce sahip bir kişidir.
10)      İstanbul Barosu Yönetimi, son İstanbul Barosu Genel Kurulunda aldığı %60 oranında oy ile kanıtlanan büyük bir destek ve güvenle görevinin başındadır. Aynı azim ve kararlılıkla çalışmalarını sürdürmektedir. Herkesin, demokrasinin gereği olarak Genel Kurul iradesine saygı göstereceğine, mücadelenin ancak Genel Kurulda ve sandıkta sürdürülmesi gerekliliği karşısında bu iradeye, demokrasiye ve kanuna aykırı arayışlara tevessül etmeyeceğine inanmak istemekteyiz. 
             Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
                        İSTANBUL BAROSU BAŞKANLIĞI