6 Şubat 2013 Çarşamba

Türkiye Cumhuriyeti’nde Vatandaşlık Bağı ve Kimlik Sorunsalı: Hukuki İllüzyon- VAHDET İŞSEVENLER


İnsanın yaratmış olduğu siyasal örgütlenmenin adı devlet, kendini devlete karşı koruyan başlıca siper ise hak ve özgürlüklerdir.1 Devletin şekli, nitelikleri ve kişi hak ve özgürlükleri anayasa adı verilen metinlerde düzenlenir. Şu halde birlikte nasıl yaşanacağına ilişkin kuralları içeren disiplin olan hukuk adlı zeminde, siyasal var oluş anayasanın yürülüğe girmesi ile yeniden gerçekleşir. Bu durum “vatandaşlık bağı” kavramı ile ifade olunur. Bununla beraber hukuk yansıma bir yaşam alanı olup beşer evvela diyarı masivada zuhur eder. İnsan doğanın içinde diğer insanlarla birlikte hayatı devam hususunda bir süreklilik ve değişim gösterirken siyasetin ve hukukun da buna paralel seyir izlemesi gerekir. Bu çalışmanın da konusu Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında yaşayanların yürürlükteki 1982 Anyasası’nda nasıl ifade olunduklarıdır. Bunu yaparken evvela hak ve özgürlüklerin çok kısa bir şekilde tarihine daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünsel temellerine nihayette ise ideoloji kavramı ile birlikte millet mevhumuna değinilecektir.
Malumat odur ki klasik haklar olan anılan “kişi özgürlükleri ve siyasal haklar” büyük ölçüde aristokrasi-burjuvazi çatışmasına dayanmaktadır. Burada iki noktaya dikkat etmek gerekiyor. Hakların çatışma sonucu kazanılmış olması ve çatışmanın burjuva ve aristokrasi arasında ceyran etmiş olması. Gerçekten de ne acıdır ki doğumu bir çatışmanın akabine denk gelmeyen hak kazanımı nerdeyse yoktur. Bu durumu beşerin tabiyatına mı vermek gerekir? İnsan aklı bu alışkanlığın önüne geçebilecek midir? Aslında iktisadi hakların kazanımında çatışma alışkanlığının izlerini emekçi sınıfın burjuvaya karşı olan mücadelesinde yani çok da uzak olmayan bir zamanda gözlemlemek mümkün.. Tam da bu nokta da dikkat çekmek istediğimiz ikinci husus ile bağlantı kuruluyor. Siyasal iktidar ile güçlenen ve hak kazanımında bulunmak isteyen kesim arasında yaşanan mücadele o kadar tekrarlanmıştır ki bunu sosyal bir formül olarak adlandırırsak ileri gitmiş olmayız. Şu halde formül de iki noktayı daha netleştirmek lazım gelir. Mücadelenin ve kazanılan hakların niteliğinin taraflarla olan ilişkisi. Mücadelenin varlığı kesinken tarafların her zaman çatışma neticesinde kazanımda bulunan kesim ile siyasal iktidar arasında olduğunu söylemek güçtür. I. Roma’da asillerin krala karşı başlattıkları ve neticesinde cumhuriyet devrine geçişin yaşandığı mücadele siyasal iktidar ile hak isteyenler arasında iken, III. Roma’nın2 barış şartı olarak yürülüğe koyduğu Islahat Fermanı’nda hak kazanımında bulunanlar azınlıklar iken mücadele saray ile dönemin emperyalleri arasındadır. Malumunuzdur ki Islahat Fermanı dış dayatmalar neticesinde oluşturulmuştur, Kırım savaşı sonrası Avrupa ailesine girme şartlarından biridir, azınlık hakları.
2008’in 29 Şubat günü de sayın başbakan resmi konutunda AB ülkelerinin büyükelçilerine verdiği yemekte iç hukuk normundan bahsetmesi bu vaziyeti anımasatıyordu. Belirtmek gerekir ki kurduğumuz bu alaka ile niyetimiz meseleyi azınlık hakları gibi anlamı boşaltılmış, zorlama bir kavrama indirgemek asla değil. Belki iki boyutlu düşünenler için ahval bu olabilir lakin bu sığlık, durumu eksik tahilil etmemize bunun neticesinde vaziyeti daha da kötüleştirmemize sebep olacaktır. Mesele siyasal ve hukuki olduğu kadar sosyolojiktir de. Bununla beraber insanların hürriyeti bulundukları toplumların bağımsızlığına bağlıdır. Bundan ötürüdür ki zaten meslenin çözümü ya da bağımsızlık arasında bir tercih yapmak asla mümkün değildir.
Siyasal hakların doğuşundan yürürlükteki ceza kanununa kadar sirayet eden bir mesele ile uğraştığımızı yukarıda belirtmiş olduk. Vaziyeti izah için böyle bir yol seçmemizin sebebi ağrızanın lafzi yorumla hatta salt hukuk bakış açısı ile teşhis ve tedavi edilmesinin mümkün olmadığını belirtmektir. Gelgelelim özgürlükler hukuku muhtevasını tatbik amacı ile bu çalışma gerçekleştiğinden sebep ile de olması gereken genişlikte ve derinlikte bir sunuş yapmamız mümkün değil. Binaenaleyh anayasacılık ile olan irtibatını vesile ederek birkaç adım geriye gidip devlet doktrinlerine varıyor ve ulus-devleti inceliyoruz. Burada 301 ile ya da Türk vurgusu ile korunmaya çalışılan ya da vurgulama ihtiyacı duyulan ne ola, onu arayacağız. Ama evvela Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünsel temelleri üzerinde kısaca durmak gerekir. Bunu da Rousseau ve Mustafa Kemal’i karşılaştırarak yapmak durumundaysak da öncelikle Ernast Renan’ın öz olması nedeniyle dünya genelinde kabul gören ulus tanımının Mustafa Kemal’in tanımıyla olan benzerliğine değinmek ve yola ordan başlamak taraftarıyım.
Ernast Renan ve Mustafa Kemal’in ulus tanımları büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu sebeple önce E. Renan’ın 1890 yılında sunduğu ulus tanımına bakma gerekir. Bu tanıma göre ulus: “Ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur.” Mustafa Kemal’in tanımı ise biraz daha detaylı olup şu şekidedir: “Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir.3
Bu tanım ile günümüz sosyo-politiği arasında en azından konumuz ile alakalı iki uyuşmazlık mevcut. (Örnek: Ya sev, ya terk et!) Beraber yaşama hususunda samimi olmak ve muhafazaya devam hususunda müşterek irade. Pozitif hukukun temelinde yatan sözleşme kavramına burada da rastlamaktayız. Kabul edilen tanımda ulus olmanın yegane şartı bu yöndeki müşterek iradedir. Elbetteki bütünü oluşturan insanların bu yöndeki iradesini belirleyecek bazı şartlar vardır. Kimlik gibi bazı unsurların vazgeçilmezliği bu şartlardandır. Lakin her doğana sözleşmenin yukarıda bahsettiğimiz kaydını okuyup bunu reddi halinde sınır dışı etmek gibi bir durum mümkün olamayacağına göre bu kaydı tersten okumak gerekir. 82 Anayasası lafzından yeniden şu şekilde okunur: “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes ve her Türk babanın veya Türk ananın çocuğu beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olup mirasın muhafazasına beraber devam hususunda müşterek iradeye katılmaktadır.” Tanım bu haliyle daha fazla sorun taşımaktadır. Pozitif hukuku evvela kendi bağlamında eleştirmek gerekir. İlk olarak akdin hüküm ifade edebilmesi için iradelerin sıhhatli olması lazım gelir.
Gerçekten de akdin kurucu unsurları teşkil eden karşılıklı ve biribirine uygun irade beyanlarının bulunmaması halinde akit varlık kazanmaz, akit yoktur. Aktin yokluğu (inexistance) her zaman ilgili herkes tarafından ileri sürülebilir. Bu hususta bir dava açamaya ihtiyaç yoktur.4 Bu retoriden direnme hakkının meşruluğunu çıkarmak mümkündür. Bunun için de tarafların akdin mahiyetinde, şahısta ve diğer esaslı sayılan beyanlarda hataya düşmemesi gerekir. Bu sözleşmede şahıs sanal bir anlam taşımakta olup gerçekten toplumdaki herkes düşünülerek irade beyanında bulunulması imkansızdır.
Akdin mahiyetini ise Rousseau ve Mustafa Kemal karşılaştırmasında arayacağız. 5Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi adlı eserini Mustafa Kemal’in ise Nutuk, Söylev ve Demeçler adlı eserlerini tatbik edeceğiz. Burada da ilk olarak milli egemenlik müessesesi ile karşılaşıyoruz. Rousseau: “Her birimiz genel iradenin yüksek yönetimi altında nefsimizi ve bütün iktidarımızı birleştiriyoruz ve her üye bütünün bir parçası oluyor. Yalnız genel irade devletin güçlerini devletin kuruluş amacına, yani herkesin iyiliğine uygun olarak yönetebilir.” Derken M.Kemal: “Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî Egemenlik.” sözleri ile bunu tasdik ediyor.
Buradan çıkarılacak sonuç “devletin güçlerini herkesin iyiliğine uygun olarak yönetmek” ilkesinin sözleşmenin mahiyetini teşkil ettiğidir.
Herkesin iyiliğine uygun vurgusu bir başka ilkeyi getiriyor peşi sıra: Egemenliğin bölünemezliği.
Toplum Sözleşmesi Kitap II, Bölüm II:
Egemenlik hangi nedenlerden ötürü başkasına bağlanamazsa, yine aynı nedenlerden ötürü bölünemez, çünkü irade ya geneldir, ya değildir: ya halkın tümünün iradesidir ya da sadece bir bölüğünün.
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, 1923
CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) Nizamnamesi ve Programı, 1931 Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil, ve fakat ferdi ve içtimaî hayat için işbölümü itibariyle muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telâkki etmek esas prensiplerimizdendir.
Tecellinin telakki ile uyuşmadığı aşikardır. Gerçektende ayrı sınıfların ya da kesimlerin temsili için çok partililik değil yeknesaklık uygundur sisteme. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın sonları göz önüne alınırsa zaten bu sistemin ötekiye kapalı olduğunu delillendirmiş oluruz. Gelgelelim iktisat temelli laik modern devlet farklı çıkarların varlığı sebebiyle zamanla geliştirilmiştir(!). Çok partililik gibi yamalar icad edilmiştir. Bu da tam olarak kendi varlığı ile uyuşan çeşitlerin tatlı bir rekabeti uygunken kendine benzemeyenlerin her türlü faaliyetinin ve işbiriliğinin hala sorun olduğu anlamına gelmektedir. Bu durum çoğulculuk değil çeşitlilik olmaktadır.
Günümüz Türkiye’sinde iktisadi açıdan farklı sınıflar mevcut olduğu gibi sosyolojik açıdan da ayrışmalar mevcuttur. Bunları görmezden gelen hukukun sosyal olgu boyutu eksik olacağından kayıt altında olsalarda egemenlik sahiplerinin itirazları yükselecektir. Nitekim memleketimizin gündeminden uzunca bir süredir eksik olmayan daha ziyade etnik ve inanç temelli kimlik beyanları bunun ispatıdır.
Rousseau’nun kuramcı Mustafa Kemal’in ise eylem adamı olduğunu hatırlamak gerekir. Öyle ki Rousseau’dan farklı olarak M.Kemal bizati eylemleri ile söylevinde Türkiye Cumhuriyeti Halkı olarak andıklarıyla birlikte bağımsızlık mücadelesi vermiştir. Bunun için de çağın düşünüşüne eylemleri ile ortak olmuştur. Bu gayeyi hatır da tutmak ve şu şekilde yorumlamak gerekir: mevzu bahis olan ideoloji bağımsızlık mücadelesi için bir araçtır. Ancak kollektif bağımsızlıktan sonra barışın salt savaş karşıtı anlamının aşlacağına inanılmıştır. Bağımsızlığın tesisinden sonra muhafazası da bu anlama gelmektedir. Bu sürekli olarak yenilenme; gelişime gerektirir. Bu da çağdaş düşünüşe göre toplumunu küllen dönüştürmeyi hedefleyen düşünce sistemleri olan ideolojilerin devletinden, hukuk devletine geçişle olur. Hukukun ve hukuk devletinin düşünsel temelleri6 bu temel üzerine inşaa edilecek gelecek tasavvuru derinliği ve önemi gereği ayrı bir çalışmanın konusu olması gerektiğinden çalışmanın ilk kısmı T.C.’nin düşünsel temelleri ikinci kısmı ise bugünü ve “genel görüden” geleceği ile sınırlıdır.
İdeolojiler “total illüzyonlar” üretirler.7 Belirli bir ideolojiye göre hazırlanmış kanun maddeleri ile de bu illüzyonlar gerçek muamelesi görürler. Şöyle ki T.C. 1982 Anayasa’sı madde 66- “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” der. Anayasalar toplumsal oydaşma metinleridir. Toplum sözleşmesi için yukarıda bahsettiklerimiz, normlar hiyerarşisinin en üst basamağında yer tutan bu metinler için de geçerlidir. Öyle ki bir varsayım olan toplum sözleşmesi temel olma niteliği ile beraber onun üzerine inşaa edilen metinlerin sosyal hayata etkisi elbette doğrudan ve daha kuvvetlidir. Şu halde ya bu anayasaya dahil herkesin kendini Türk olarak kabul ettiğini söylememiz ya da bu norm ile herkesin kendi ifadeleri ne olursa olsun artık Türk olduğunu söylememiz gerekmektedir. Yukarıda bahsettiklerimizi hatırlayacak olursak burada bahsedilen Türk ulusu oluşturanların anayasal kimliğidir. Kurucu iktidar, aynı zamanda etnisiteyi de ifade eden bu kimliği uygun görmüştür ki bu durum için hukuki illüzyon tanımını yapmamız yerinde olacaktır.
İdeolojik refleksten hareket eden siyasal kültürler düşman mitosuna dayalı bir dünya kurgusu inşa ederler.8 Türklerin Türklerden başka dostu olmadığı yönündeki kesenofobik (yabancı düşmanı) ve birçok tezahüründe faşizan olan söylem, çelişkili savrulmalarla, kimi zaman “Türk olmayan” ve “dost olmayan”ı dışarıda aramakta, bazen onların iç uzantılarından dem vurmakta ve çok aşikar olmasa da “içeri”de de “Türk olmayan”ların dostluk potansiyellerinin pek de yüksek olmayacağı sonucuna varmaktadır.9 Gerçektende Dink suikasti bu tahlilin deneyidir. İki tarafa da (akıt-ın) siz olarak seslenişinden bir kimlik beyanında bulunmadığını çıkarabileceğimiz mağdurun dostluk potansiyeline yönelik şüphe etkin kılınarak düşman olduğuna hüküm edilmiş ve ideolojinin kestiği parmak acımaz denilerek infazı uygun görülmüştür. Kanun hakimiyeti ilkesi (rule of law) tabiri caizse ilga edilmiştir. Bu örnek vesilesi ile 301 meselesine de yaklaşılmış olmakta. Mağdur Dink aynı zamanda T.C.K. 301’den de sanık konumunda idi. Burada bir zıtlığın cereyan ettiğinden bahsedebiliriz. Anayasalar ve ondan aşaığıda yer alan kanun maddeleri ile kişi hak ve hürriyetleri tanınır ve korunur. Devletin varlık amacı da budur ki bazı hallerde hukuk bu hak ve hürriyetleri devlete karşı da korur. Zıtlık da tam bu noktadadır: ideolojinin hakim kılınmasıyla bekaya vuslat edileceği, bunun da devlet eli ile gerçekleşiceği. Bu durum da devlet kişi refahı için değil ideoloji hakimiyeti için bir aracıdır bunun için de kişi devletten değil devlet ve ideoloji kişiden korunur. 301 ve D.G.M.’de bu hal somutlaşmaktadır.
Millet kelimesi Arapça’dan geçmiş olup nation anlamını 19. yy.dan sonra kazanmaya başlamıştır. İlk anlamı: din, inanç, ilahi hükümlerin tamamıdır.10 1876 tarihli Kanuni Esasinin 8. maddesine göre “Devleti Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olur ise bila istisna Osmanlı tabir olunur…” 1924 Teşkilatı Esasiye Kanununun 88. maddesi, bu formüldeki “Devleti Osmaniye” tabirini Türkiye, “Osmanlı” kelimesini de “Türk” kelimesi ile değiştirerek nerdeyse muhafaza etmiştir.11 Devleti Osmaniye millet kelimesini 19.yy öncesi anlamı ile kullanmakta, T.C. ise nation anlamı ile kullanmaktadır, insan topluluğu ise sabittir.
Sosyal hayata ilişkin kuralların ifade olunduğu yansıma bir alan olan hukukun insan topluluğunu ifade de kavramlaştırmada da yaşadığı sorun burada belirginleşmektedir. Elbette bağımsızlığın kazanılmasında olduğu gibi muhafazası hususundaki muvafakatte de samimi olan insanlar devletin hukuki tanım öğesi olmaktan ötede bir değere sahiptir. İnsanın siyaset ile ya da hukuk ile anlam kazanmadığı aşikarken siyasi bir saik ile hukuk yöntemini kullanarak onu anlamlandırmak her hâlükârda hatalı olacaktır. Şu halde bundan vazgeçip “vatandaş-yurttaş” kavramını kullanmak gerekmektedir zira bu kavramlar hukuki bir statüyü ifade için yeterlidir.
1 İbrahim Ö.Kaboğlu, Anayasa Hukuku, s.1, Legal yayıncılık, ekim 2005
2 Bu kavram için bakınız: İ.Ortaylı Osmanlı Barışı, Timaş yay., 2007
3 Elyazmasi.org, “Hepimiz Ermeniyiz” ne demek? (Yazarın çalışması.)
4 Oğuzman ve Öz, Borçlar Hukuku Genel Hükümler, Filiz yay., 2005.
5 Burak Erdenir, Mustafa Kemal Atatürk ve J.J. Rousseau’nun Düşüncelerinin Karşılaştırılması, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 40, Cilt XIV, Mart 1998
6 Hukukun da pek ala bir ideolojik aygıt olduğu idda edilebilir. Nitekim liberal düşüncenin hukukundan ve onun devletinden bahsedildiği aşikardır.
7 P.H. Partridge, “Poltics, Philosophy, Ideology”, Political, Philosophy, ed. Antony Quinton (Oxford, New York amd Toronto: Oxford University Press, 1967) , s.40, Aktaran: Ömer ÇAHA, İdoeloji ile Hukuk Arasında Devlet
8 Ömer ÇAHA, İdoeloji ile Hukuk Arasında Devlet
9 Kubilay Akman, Ayrışma, Çatışma ve Fanatizm, cogito, sayı:53 s.9, 2007
10 D. Mehmet Doğan, Rehber yay., 1992
11 E. Özbudun başkanlığındaki komisyon tarafından hazırlanan Anayasa Önerisi, Gerekçe md.35 alternatif 2., 2008

Yazar: Vahdet İşsevenler -Yalova Üniversitesi Araştırma Görevlisi-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder