Zaman denilen şey hızla akıp
geçiyor. Yapraklarını döküyor sonbahar. Bulutlar kararıyor ve ardından
yalnızlık esiyor. Yağan yağmura aldanmadan özgürce uçuyor maviye doğru
martılar. 09.15 vapuru hareketleniyor.
Denize düşen yağmur damlalarının oluşturduğu halkaları merakla izleyen bir
çocuk içten içe mutlu halinden. Annesi ise vapura yetişebilmiş olmanın verdiği
sevinci belli etmese de oldukça huzurlu…
Vapurun içinde gitar çalan bir
genç… Ne kadar heyecanlı, sesi de ne kadar berrak… Gitarı çalmıyor adeta
konuşturuyordu. Sesine eşlik eden gitarla birlikte oldukça uyum içindeydi.
Söylediği parça ise Cem Karaca’nın namus belası türküsüydü…
“Düştüm mapus damlarına,
Öğüt veren bol olur.
Toplasam o öğütleri,
Buradan köye yol olur.
Ana baba bacı gardaş dar günümde el olur.
Namus belasına gardaş,
Döktüğümüz kan bizim…
Hep bir hallı Turhalıyız biz bize benzeriz.
Yüz bin kere tövbe eder yine şarap içeriz.
At bizim,
Avrad bizim,
Silah bizim,
Şan bizim,
Namus belasına gardaş yatarız zından bizim…”
Bir anda başlayan alkış sesleri… Gitar çalan genç, vapur içerisinde o
kalabalığa adeta bir konser vermiş konser bitimi hak etmiş olduğu alkışı alıyor
gibiydi. Mutluydu ve bir o kadar da gururlu... Cem karaca hayranıydı. Zaten
çoğunlukla gitarına eşlik eden eserler Cem Karaca’ya aitti… Üniversite
öğrencisiydi. Okul harçlıklarını bu şekilde kazanıyordu. Ailesini depremde
kaybetmişti. Tek başına hayata tutunma mücadelesi veriyordu. Belki de yaşadığı
zorluklardan olsa gerek söylediği tüm Cem Karaca eserlerinde kendisini
buluyordu…
O genç, derin bir nefes alıp verdikten sonra suyunu da yudumlayıp
tekrar gitarına döndü. Ağzından dökülen sözler Cem Karaca’nın “sende alıp
başını gitme” isimli eseriydi…
“Ben suyumu kazandım da içtim
Ekmeğimi böldüm de yedim
Alkışı duydum, ihaneti gördüm
Sesim de oldu, sessizliğimde
Seviştiğimde oldu benim
Sende başını alıp gitme ne olur ne olur tut ellerimi
Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar
Hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar
Sende başını alıp gitme ne olur ne olur tut ellerimi…”
Etraftaki herkes o kadar ilgiyle dinliyordu ki… Herkesi büyülemişti o
genç… Kimsenin vapurdan inesi yoktu. Vapur, Beşiktaş iskelesine demir atınca
yolcular istemsizce yavaş yavaş vapuru boşalttılar. Yeni yolcular ise vapura
binmek için kapının açılmasını bekliyorlardı.
Gencin gitarından sesler gelmeye başlamıştı…
“Deniz üstü köpürür hey canım rinna nay rinna rinna nay
Kayığa da binsem götürür hey canım hey
Benim de şu cihana gelişim hey canım rinna nay rinna rinna nay
Bir güzelden ötürü hey canım hey
Deniz üstü yelkenden hey canım rinna nay rinna rinna nay
Ecel geldi erkenden hey canım hey
Denizin ortasında hey canım rinna nay rinna rinna nay
Mum yanar sofrasında hey canım hey
Benim de şu cihandan gidişim hey canım rinna nay rinna rinna nay
Memleket sevdasından hey canım hey
Benimde bu cihandan gidişim hey canım rinna nay rinna rinna nay
Memleket sevdasından
Memleket sevdasından
Memleket sevdasından
Memleket sevdasından
Hey canım hey
Hey hey…”
Vapur, bu kez Kadıköy İskelesi’ne doğru yol alıyordu. Al yıldızlı bayrak dalgalanıyor adeta türküye
eşlik ediyordu…
Yağan yağmur birden bire kesilmiş yerini güneşe bırakmıştı. O Kötü
hava gitmiş sanki güneş inadına açmış gibiydi. Açan güneş tüm heybetiyle
gökyüzünü sarıya boyamıştı. Ve ben vapurdan inmek üzereydim…
Vapur Kadıköy iskelesine yanaşmıştı. Vapurdan inerken kulaklarımda bir
yankı vardı ve diyordu ki; “sende alıp başını gitme ne olur”…
YAZAN: SİNEM SAÇKAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder